MANA 1.Kitap 1.Kısım
Sahip olduğun şeylerin farkında mısın?
MANA 1.Kitap 1.Kısım 1-2-3-4-5-6-7. Kitap 2018-2024...
MANA 1.Kitap
Tıklayarak kaldığınız kısma geçebilirsiniz...
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 | 15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 | 22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 | 29 | 30 | 31 | 32 | 33 | 34 | 35 | 36 | 37 | 38 | 39 | 40 | 41 | 42 | 43 | 44 | 45 | 46 | 47 | 48 | 49 | 50
ÖNSÖZ
Bir roman yazmak istedim.
Romantik komedinin bilimkurgulusu türünden olsun dedim.
Konuştuğum gibi yazmayı seviyorum, yazım kuralları falan sorunum değil.
Ortaya gerçekten çok güzel bir şey çıktı.
Şey diyorum çünkü önceden bu konuda yapılanlara benzetemedim.
Ve bizde memleketimizde bir bilimkurgu olayı olsa neler olurdu diyerek yola çıktım.
Bizde kimse sapsız üzüm değil.
Anne var, baba var, mahalle baskısı var, var da var.
Süpermen olsan ne yazar, bunlara karşı koyamazsın.
Manita yapmak öyle kolay değildir bizde.
Kıvrandırırlar adamı ve her seven leyla, her seven mecnundur bizde.
Yani bir ilişkiye, birlikteliğe niyetlendiysen,
"yandı gülüm keten helva".
Her türlü çileye hazırlıklı ol en başından.
Âşık olmadan önce yapılacak 100 şeyin kitabı varsa, oku yap hemen.
Sonrasında tövbeler olsun yapamayacaksın pek çoğunu.
Aslında aradığın aşkı bulursan yapmak da istemeyecek ve yapmayacaksın da...
Bizde süper kahraman da olsan, aksakallı dedelerimizden kaçamazsın.
Büyüklerimizin nasihatlerine aykırı davranamazsın.
Örf, anane ve törelerimiz var, bu çizgilerden de çıkamazsın.
Her ne yapacaksan, bu iki arada bir derede yapacaksın.
Dünyayı kurtaracaksan da önce sana söylenenleri efendi gibi dinleyecek, sonra kurtaracaksın dünyayı.
Fakat ne milletiz...
Maşallah her durumda bir çıkış yolu buluruz evelallah...
Kariyer de yaparız, çocuk da yaparız.
Hafize Ana'nın pazar çantasını taşımasına yardım eder, hemen peşinden kötülüklerle savaşmaya devam ederiz.
Böyle olmamız yanlış mı?
Asla! Yanlış değil.
Bizde her bir birey Süpermen gibi yaşar hayatı, tüm zorluklara göğüs gererek.
Bundan dolayı gocunur mu?
Asla! Kime sorsanız nasılsın diye...
Hamdolsun ile başlar her durumda Şükürler olsun diye bitiririz sonunda.
Bir maceraya çıktık ve siz daha yazılanları bilmediğinizden, benim kadar keyifli değilsiniz.
Müthiş bir olaylar zincirine hazırsanız, buyrun bu taraftan Efendim...
Faruk Aksoy
elabey@yahoo.com
Not: Aslında bu yazılan romanın dizi uyarlamasında birinin Mert rolünü oynadığını düşünüyorum da Türkiye'nin yeni
Cüneyt Arkın'ı olur ve adı tarihe yazılır.
Tabii siz Mert rolüne kimi düşünürsünüz onu bilemem, okuyunca yazın bana mailimi yazdım.
Ebru rolüne kim uygun olur okuyunca nedeniyle yazın bana lütfen, yayınlayayım.
Kim dediniz?
Olur, tabi neden olmasın, hem de güzel olur.
Önsöz
MANA 1.Kitap 1.Kısım
- “Tutun, tutun bu tarafa doğru kaçtı.”
- “Amirim yer yarılıp, yerin içine girmedi ya bu adam.”
- “Hayrettin, yağmurdan önümüzü göremiyoruz ki, adamı görüp de bulalım.”
- “Amirim Fakat benim anlayamadım bu adam mı Panter mi?”
- “O çatılardan nasıl atladı adam aşağıya...”
- “Sadece çatılardan atlasa iyi, adam 2 saniye önce buradaydı, 2 saniye sonra köşeden kayboldu.
Bu köşe ile oranın arası, nereden baksan 150 metre.
Az buçuk sporla ilgimiz var, 100 metre Dünya rekoru 9,58 saniye ile Usain Bolt’a ait.
Ama anlayamadığım bu adam, rekor mekor dinlemiyor bastı gitti.
Yalnız bir şey daha var ki, adam istese bizim hepimizi duman ederdi.
Adamı bulduğunuz yerde 8 ölü vardı ve adam cani olsa…
O kadar fırsat geçti eline, hiçbirimize zarar vermedi.
Zarar vermediği gibi, o arabanın önünden Hüseyin’i almasaydı var ya, of of” …
- “Yazık çocuğa 2 aylık bebeği var ve Müzeyyen Hanım kızını babasız büyütecekti.”
- “Peki, Kapalıçarşı’nın Mahmutpaşa kapısının oradaki olay neydi öyle”
- “He yaa! Adama sen de 500, ben deyim 1000 mermi isabet etti ama mermiler leblebi gibi sekiyordu ona çarpınca”
- “Evet, 8 ölü, 46 yaralı var adamda çizik bile yok” …
- “Adamda silah falan yoktu ki, siz ona neden, cani, mâni diyorsunuz.”
- “Evet, ben gördüm, ondan seken mermilerle oldu bunca ölü ve yaralı…”
- “Evet, bu iş değişik bir iş, dur hele bu işte bir iş var ama göreceğiz bakalım.
- “Neyse, yapacak bir şey yok, Hâdiyin merkeze dönelim iki satır rapor karalayalım, sonra da evlerimize dağılıp biraz dinlenelim, epeyce yorulduk, gerisine artık sabah olunca bakacağız.”
Mert, üç blok ötede bulunan binanın çatısında aşağıdaki bu konuşmaları dinliyor ve işin buraya nasıl geldiğini
düşünüyordu.
Çok uzun bir zaman geçmemişti.
Hepi topu 2-3 hafta kadar önce başlamıştı her şey…
Amerikalılar, Tokat’ın Perşembe Yaylasına düşen göktaşı parçalarını, insanlardan büyük paralar vererek toplanmışlardı.
Herkes, o büyük paraları almak için, buldukları taşları yarışarak teslim etmişti.
Fakat o sırada eşi ile yaylada bulunan Hayrettin, bulduğu taşın içindeki pırıltılara bakarak, o parlayan şeyin elmas olabileceğini düşünüp, daha yüksek bir fiyata satmak amacıyla, teslim etmemişti.
Sonrasında elindeki parçayı İstanbul’a götürerek, Kapalıçarşı’daki kuyumculardan fiyat sorma düşüncesiyle, karısıyla birlikte yola çıkmıştı…
Tokat’tan yola çıkan otobüs, İstanbul’a doğru seyahat ederken, yolcularda terleme ve karın ağrısı başlamıştı.
Otobüs şoförü bu durum karşısında Gerede içine girerek, Devlet Hastanesinden yardım istemişti. Doktorlar duruma baktıktan sonra, herkeste aynı belirtileri görmüştü…
Yüksek bir ateş ve şiddetli karın ağrısı ile aynı zamanda da birtakım halüsinasyonlar gören, hastalarla dolu bir otobüs…
Ne kadar imkânları varsa, seferber etmelerine rağmen, herhangi bir teşhis koyamadıkları için, sadece ateş düşürücü, ağrı giderici ve serum vererek, Bolu Devlet Hastanesi’ne sevk etmişlerdi.
Bolu Devlet Hastanesi’nde gereken tahliller ve diğer tetkikler yapılmış ancak, orada da bir teşhis koyulamayınca, Sağlık Bakanlığı’na haber verilmiş ve iş Bakanlığa devredilmişti.
Sağlık Bakanlığı, Bu durum karşısında Karantina yönergelerini devreye sokarak, üniversitelere danışmış ve konu ile ilgili en uzman personelin bulunduğu İstanbul Üniversitesine, tahlil ve tetkik sonuçlarının gönderilmesi uygun görülmüştü.
İşte bizim Mert de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde teşhis edilemeyen hastalıklar ve genetik bilimi bölümünde uzmanlaşmış bir doktordu.
Tetkik, tahlil ve kan örnekleri önüne geldiğinde tetkiklerde çok büyük tutarsızlıklar olduğunu gözlemlemiş ve bunun normal bir durum olmadığını sezerek, kan içerisindeki hücre yapısı ve DNA özelliklerini araştırmak üzere Nükleer Biyoloji bölümüyle konuyu paylaşmıştı.
Konuyu birlikte incelemeleri için, bir uzman göndermelerini de rica etmişti ve Uzman olarak gelen kişi, Dr. Ebru idi.
Sonrasında birlikte yaptıkları ön incelemede daha önce hiçbir literatürde kaydı olmayan, çok değişik bir DNA sarmalı görmüşler ve bu DNA’nın dünyamıza ait olmadığını hissetmişlerdi.
E tabii ki bu bulgular, konuyu çok hassas bir konuma taşıyordu.
Derhal bakanlık uyarılmış ve karantinanın en üst seviyeye taşınması için, görüşme yapılmıştı.
O otobüste bulunan bütün eşyaların, karantina titizliği altında İstanbul’a gönderilmesi istenmişti. Eşyalar İstanbul’a geldiğinde ilk bakışta kayda değer bir eşya göze çarpmıyordu.
Paketlemeyi yapan uzmanlar çok güzel çalışmıştı. Gönderilen eşyaların her birisinin, otobüsün neresinde durduğunu ve neresinden alınarak gönderildiğini, olay yeri hassasiyetiyle tek tek rapor etmişlerdi.
Bu raporların içerisinde bir tane gariplik göze çarpıyordu.
15 ve 16 numaralı koltukların olduğu yerde bir peynir tenekesi bulunmuş ve gönderilmişti.
Şimdi ilk akla gelen şey, bu peynir tenekesinin otobüsün yarı boş bagajında değil de neden otobüsün içinde olduğuydu.
Doğal olarak Koskoca peynir tenekesini, ayağınızı koyacağınız yere koyduğunuzda o uzun yolculuk boyunca birçok zahmete katlanılması gerekmişti.
- “Bu peynir tenekesinde bir iş var” dedi Mert.
Ebru da” hı hı” diyerek başını salladı.
Karantina prosedürlerine uygun olarak, hava geçirmez alanın içerisinde robot kollar kullanılarak peynir tenekesi açıldığında ilk bakışta içinde peynir olduğu görüldü.
Fakat teneke boşaltıldığında içinden çok sıkı bir şekilde naylonlara sarılarak paketlenmiş, ağır bir parça düştü.
Paketi açan Mert ve Ebru, paketin içerisinde şeffaf, pürüzsüz, siyah bir taş olduğunu gördüler.
Taşın ortasında yumurta büyüklüğünde ve farklı renklerde ışıklar saçan, Elmas’a benzeyen bir parça taş vardı.
İlk bakışta Elmas’a benzese de bu iç kısımdaki parlak parçanın, Elmas olmadığı belliydi.
Ve İşin garip tarafı, konuşmalara göre taşın ışıma renkleri, sürekli değişiyordu.
Taş, Sanki sizin konuşmalarınızı anlıyor ve size birtakım cevaplar veriyor gibiydi.
Mert,” taştan bir parça numune alarak, üzerinde inceleme yapmadan, bir sonuca varmamız mümkün değil” dedi.
Ebru,” evet, doğru söylüyorsun fakat bu taştan numune almak, taşa zarar vermeden numune almak, oldukça zor olacak.
O nedenle, ben önce bu taşı parçalamadan, radyolojik ve spektrum analizlerini yapalım derim” dedi.
Ebru’nun yaklaşımı doğruydu.
Çünkü bu taş eğer bir elmas ise, ona zarar vermeden doğru açılarla kesebilecek sayılı kuyumcu vardı.
Ve bu kesme işleminin, garantisiz koşullarında nasıl yapılacağı da ayrı bir sorun idi.
Bunun üzerine, taşa zarar vermeden, tek parça halinde yapılabilecek testleri yapmak üzere, hazırlığa başladılar.
Birtakım testler yaptılar ancak, buldukları sonuçlar hiçbir literatüre uymuyordu.
İnsanlar için kullanılan MR makinasına benzer bir test makinaları vardı.
Bu makine, madene birtakım radyo dalgaları göndererek, madenin hangi bileşenlerden oluştuğunu belirliyordu.
Ebru oldu olası, bu MR makinesinin içine girmekten korkardı.
O makinenin içerisine girdiği zaman, gelen takır tukur sesleri ve karanlık ortamı düşündü.
Bu düşüncelerle beraber, garip bir ses çıkartarak titredi.
Mert bunun üzerine esprili bir şekilde,
“bazılarımız MR makinesinden korkuyor galiba” dedi.
Ebru,
“korkmak değil de ne bileyim, karanlık bir ortama girip, takır tukur sesler arasında uzun bir süre beklemek,
insanı ürpertiyor” dedi.
Bu küçük konuşma, onların arasında ufak bir samimiyet doğmasına sebep olmuştu.
Ebru’nun ürkek yapısını hisseden Mert, onu ürkütmeden samimiyet kurmanın doğru olacağını düşündü.
Samimiyet kurulması gerekiyordu çünkü samimi bir şekilde fikirlerini ortaya koymaları çok önemliydi.
İş iki soğuk memurun çalışması şeklinde devam ederse, işin İçinden çıkılması çok uzun bir süre alacaktı ve şimdi ciddi bir sorun vardı.
Karantina bölmesinde bulunan taş, bu cihazın içerisine nasıl getirilecekti.
Mert bunu düşünürken, madde yapısı özel olan ve taşın ölçümlerini etkilemeyecek, yalıtkan bir kabın bulunduğunu hatırladı.
Gidip o kabı aldı ve taşı bu kabın içine yerleştirdikten sonra, emniyetli bir şekilde karantina bölmesinden
çıkartıp, ölçüm cihazının çekmecesine koydu.
Ve makineyi çalıştırarak ölçümleri başlattı.
İlk başlarda her şey doğal ve normal görünüyordu. Ancak bir süre sonra taştan, sanki acı çeken bir insanın inlemesine benzer sesler çıkmaya başladı.
Bu gariplik karşısında önce birbirlerine baktılar ve sonra Mert,
“durduralım istersen ve iyice bir düşünelim, bu durum biraz garip” dedi.
Ebru’nun,
“haklısın, peki” demesinin ardından işlemi durdurmak için Mert kolu çevirdi, işlem durmuştu.
Fakat inleme devam ediyordu.
Bununla birlikte ölçüm cihazının bölmesinden, yeşil bir ışık dışarıya çıkmaya başladı.
Şaşırmışlardı…
Yapacak bir şey düşünüyorlardı fakat gerçekten de teknik olarak yapacak hiçbir şey yoktu.
Dışarı çıkmak için gözleri kapıya yöneldi.
Fakat Karantina bölümünde olduklarından kapı, sadece haber verilerek dışarıdan açtırılabiliyordu.
Tüm bunlar çok kısa bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşiyordu ki
ışığın şiddeti artmaya ve inleme sesi
çığlığa dönüşmeye başladı.
Olay gerçekten ürpertici ve korku verici bir hal almaya başlamıştı…
Ancak yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Sadece seyrediyorlardı…
O an gözleri kör eder derecede parlayan beyaz bir ışık eşliğinde gök gürültüsüne benzeyen bir ses çıktı. Zaten son hatırladıkları şey de buydu…
Kendilerine daha sonra anlatılan, büyük ve gürültülü bir patlamanın olduğu, bu patlama sonrasında çöken duvarların içerisinde ikisini de öldüğü düşünülerek, cesetlerine ulaşmak üzere itfaiye ekiplerinin çalıştığı söylendi.
İtfaiye ekipleri cesetlere zarar vermeden onlara ulaşmak için, hassas bir çalışma yapmışlar ve onlara ulaştıklarında ikisinin de zor nefes alsalar da hayatta olduklarını görerek şaşırmışlar, sonrasında hastaneye kaldırılmışlar ve aradan tam 3 gün geçmişti.
Hastanede özel bir bölümde tedavi görüyorlardı.
İlk uyanan Ebru oldu.
Onun acı çekerek inleme sesini duyarak peşinden Mert uyandı.
“Ne oldu bize böyle” diye zayıf ve cılız bir sesle sordu.
Hocası Profesör Asaf Bey, durumu özetledi.
Mert bunun üzerine,
“peki madde ne oldu” diye sordu.
Asaf Bey, patlamadan sonra maddeden hiçbir iz kalmadığını söyledi ve “bundan daha da garip bir durum var çocuklar” diye ekledi.
“Şöyle ki; tonlarca betonun altında kalmış olmanıza rağmen ikinizde de en ufak bir çizik bile yok.
Ne kadar tetkik yaptıysak da buna bir açıklama getiremedik…
Sadece anlayamadığımız bir açıklamamız var…
O da kan tahlillerinizde çıkan, değişmiş DNA sarmallarınızın bulunduğu…
Yani özetle bu patlama sonrasında taşın DNA ‘sı sizin DNA ‘larınız ile bütünleşmiş.
Bu durum daha önce rastlanmış bir durum değil.
Yani, kimsenin yapabileceği bir açıklama yok.
Bekleyeceğiz, göreceğiz” dedi Asaf Hoca.