MANA 1.Kitap 2.Kısım
MANA 1.Kitap 2.Kısım
Hakikaten Mert kendisini şöyle bir yokladığında gayet sıhhatli olduğunu hissetti.
Ebru’nun inlemeleri de demek ki psikolojikti.
Bunun üzerine biraz doğrulmak istedi ve yatağın üzerinde bulunan el tutamağından tutarak, kendisini doğrultma gayretine girişti.
Fakat o el tutamağını tutup kendisini çekmesiyle, yatağın üzerindeki bütün düzeneklerin yerinden sökülüp üzerine düşmesi bir oldu.
Yatağın üzerinde ve tavanda bulunan bütün mekanizmalar Mert'in üzerine düşüyordu.
Ancak, ortada çok daha garip bir durum vardı.
Üzerine düşen bu şeyler Mert'ten yaklaşık 1 metre yukarıda havada asılı bir vaziyette kalmıştı.
Hayretler içerisinde olan herkes Mert'in,
“Ebru, sen mi yaptın bunu” demesiyle kendine geldi.
Ebru'nun parmakları oynuyordu ve Onun parmaklarını ritmine uygun olarak, düşen parçalar adeta dans ediyordu.
Herkesin kendisine baktığını gören Ebru bir an için utandı ve ellerini battaniyenin altına soktu.
Ellerini battaniyenin altına sokması ile birlikte, o havada asılı duran parçalar Mert'in bu defa gerçekten üzerine düştü.
Mert'e bir şey olduğunu sanan Ebru panik içerisindeydi.
Bir yandan da kendisine olan bu şeyin endişesini yaşıyordu.
Ağzından,
“Özür dilerim Mert, özür dilerim, isteyerek düşürmedim üzerine onları” sözcükleri dökülüyordu.
Ortam zaten bir garipti, insanlar ise bambaşka bir gariplikteydi...
Tüm bu gariplikler içinde sessizleşen ortamı,
“Kızımı bana nasıl göstermezsiniz” diye bağıran bir erkek sesi ile,
“Oğlum, oğlum, oğluma kötü bir şey oldu değil mi?” diye feryat eden bir kadın sesi bozdu.
Dışarıdan gelen sesler, Ebru'nun babası Hasan Bey ve Mert'in annesi Sanem Hanım'a aitti.
Hasan Bey geçirdiği Bir rahatsızlık sonrası malulen emekli olmuş eski bir subaydı.
Eşini, Ebru 15 yaşındayken kaybetmiş ve kızına hem anne hem de baba olmuştu.
Sevdiklerinin haricindeki dış dünyaya pek aldırış etmeyen bir yapısı vardı.
Bununla birlikte o çatık kaşların, Ebru'nun ürkek ve panik atak olmasıyla ilgisi olduğunu hissetti Mert.
Öte yandan Mert'in annesi Sanem Hanım da Hasan Bey gibi eşini, Mert 10 yaşındayken bir trafik kazasında kaybetmiş ve Mert'in üzerine bambaşka bir hassasiyetle titreyerek, onu adeta bir civcivi himaye eden tavuğun koruması gibi kanatları altına almıştı.
Bu defa da Ebru, Mert'in o gülümseyen bakışlarını annesinden aldığını düşündü.
Evet, herkes bir şeyler düşünüyordu.
Herkesin içinde birtakım hezeyanlar kopuyordu.
Tüm bunları hemşirenin içeriye girerek,
“Ne oldu burada böyle” diye bağırması sonlandırdı.
Hakikaten ne olmuştu burada böyle.
Zaten Herkesin kendisine sorduğu soru da buydu.
Asaf Bey odada bulunan bir büyük olarak, işi toparlama görevinin kendisine düştüğünü düşündü ve
“Hasan Bey ve Sanem Hanım görüyorsunuz çocuklarınız sağlıklı ve hayatta.
Ancak ciddi bir kaza geçirdiler.
Bu nedenle üç gündür uyandıramamıştık onları...
Şimdi onlara sarılmanıza burada bir ara verelim ve lütfen şöyle herkes bi odayı boşaltsın.
Biz şimdi şöyle üç dört saat, bu çocukları röntgene, tahlillerle, tetkiklere yollayacağız.
Bu esnada kalabalık istemiyoruz” diyerek odanın boşalmasını sağladı.
Yapılacak tüm tetikler zaten yapılmıştı ve çıkan sonuçları yorumlayacak bir veri tabanı da yoktu.
Asaf Bey,
“Çocuklar ben sizi bir süre yalnız bırakayım, aranızda bu olayın nasıl olduğunu ve şu anki durumumuzu,
heyecanlanmadan sakin sakin bir konuşun...
Tamam, mı çocuklar, ben size içecek bir şeyler göndereceğim.
Gördüğüm kadarıyla gayet sağlıklısınız” dedi.
Ve gülümseyerek; “önce laboratuvarı, sonra da hastaneyi başımıza yıktınız ne laboratuvarda duvar ne de hastanede
tavan kalmadı.
Allah üçüncüsünden korusun bizi.
Özetle sizi bir süre burada misafir edecek ve sonrasına da sonra bakacağız.” diyerek, babacan bir gülümsemeyle odadan çıktı.
Mert ve Ebru, bir süre sadece göz kaçırarak birbirlerine baktılar.
Konuşacak bir şeyler bulmaya çalışıyorlardı.
Fakat nereden başlayacağını İkisi de bilmiyordu.
Ebru Mert'e,
“Hep böyle tavanları yıkacak kadar güçlü müydün?” diye sordu.
Mert,
“Hiç alakası yok.
Bugüne kadar içinde bilgisayar olan sırt çantam bile zor taşırdım” dedi.
Oysa şu anda kendimi bir kaplandan, hatta 10 kaplandan daha güçlü hissediyorum” dedi ve
“Peki, sende ne var ne yok” diye sordu Ebru'ya.
Bunun üzerine Ebru,
“Çok garip hisler içerisindeyim ben şu anda” dedi ve ellerine battaniyenin içinden çıkartarak,
“Sanki parmağımı oynatırsam Hastane olduğu yerde dönecekmiş gibi hissediyorum” diyerek cevap verdi.
“Ebru Şimdi senden küçük bir şey denemeni istiyorum” dedi Mert.
Asaf hoca bize içecek bir şeyler göndereceğini söyledi ama bu karışıklık içerisinde yalan olmuştur o.
Olan bir şeyleri durdurabildiğini İkimiz de gördük.
Peki, olmayan bir şeyi ortaya çıkartabiliyor musun?”
“Nasıl yani” dedi şaşırarak Ebru.
“Yani şunu öğrenmek istiyorum şu anda burada içecek hiçbir şey yok.
Burada içecek hiçbir şey yokken, ikimize de birer tane çay ortaya çıkartabilir misin?
Bunu bir denemeni istiyorum.”
“Peki deneyeyim” dedi Ebru ve sonrasında sağ elinin iki parmağını oynattı.
İkisinin de önünde birer bardak çay beliriverdi.
Mert bunun üzerine elinde olmadan hafif bir argo ile karışık,
“Ooh şimdi ikimizde kol gibi dalı tuttuk” dedi.
Ebru,
“Sanıyorum tüm bunlar o üzerinde çalıştığımız göktaşı parçacığından kaynaklanıyor” dedi.
Mert,
“Ben kendimde sıkıntılı, eksi bir durum hissetmiyorum. Yani gücümün üzerine eklenmiş büyük bir güç var.
Başka ne var tabii onu da bilmiyorum ama rahatsız edici bir eksiklik var mı diye kendimi yokluyorum, yok bir şey.
Sende de birtakım pozitif durumlar söz konusu.
Peki, herhangi bir negatiflik, eksiklik hissediyor musun?” diye sordu Ebru'ya.
Ebru da kendisine şöyle bir yoklayıp dinledikten sonra,
“Evet ben de aynı senin hissettiklerini hissediyorum. Bunun dışında herhangi bir aksi durum söz konusu değil”
dedi.
Dinle Mert,
“Şimdi şöyle bir durum var;
Ben zaten pimpirik de birisiydim ve panik atağım da vardı.
Şimdi hislerimde muazzam bir güçlenme olduğunu hissediyorum.
Ve bu hislere dayanarak sana şimdi bir şey söyleyeceğim.
Ne olursa olsun birbirimizi kaybetmememiz gerekiyor.
Olurda herhangi bir şekilde birbirimizin izini kaybedecek şekilde ayrı düşersek, ertesi gün akşamüzeri saat beşte
Büyükçekmece Stadı'nın giriş kapısının önünde birbirimizi bulalım.
Gelen diğerini 15 dakika beklesin ve derhal oradan ayrılsın.
Ertesi gün tekrar orada birbirimizi bekleyelim.
Fakat bu sefer beşte değil 6 da olsun buluşma.
O gün de buluşma yapılmadıysa sonraki gün saat 7'de...
Üç gün üst üste bulunamıyorsa, artık birbirimizi ciddi bir şekilde aramaya başlamamızın zamanı gelmiş demektir ve arayalım.
Bunu neden söylediğimi sorma çünkü sebebini ben de bilmiyorum.
Ama böyle olması gerektiğini hissediyorum.
Şimdi sanıyorum bizi biraz sonra bir şekilde evlerimize gönderecekler.
Yarın saat beşte, konuştuğumuz gibi stadın olduğu yerde buluşalım ve bu nedir, ne değildir, nereden geldi, ne için
geldi, bununla ne yapacağız, konuşmamız gerekiyor sanırım” dedi Ebru.
Mert bir an tebessüm etti.
Ebru’nun panik atak geçirdiğini ve otomatiğe bağladığını anlayarak konu ile hiç ilgisi olmayacak bir şekilde;
“Ebru Sana bir şey söyleyeyim mi? Ben bu senin ikram ettiğin çay kadar lezzetli bir çayı bir kere Sivas Kalesi'nde içmiştim, bu çayda en az onun kadar lezzetli teşekkür ederim” dedi.
Ebru tebessüm ederek, “Beğendiysen ben sana her zaman demlerim” dedi.
Çok enteresan bir şekilde ikisinin arasında anlatılamaz bir şekilde güçlü bir bağ oluşmuştu.
Birbirlerini sanki asırlardır birlikte olan bir ova ve üzerindeki bir nehir gibi hissediyorlardı.
Birbirlerine gülümsemelere devam ederken kapı açıldı ve Asaf Hoca içeriye girdi.
“Çocuklar burada yapılacak pek bir şey yok.
Tahlil ve tetkiklerinizin tamamı dosyalandı.
Şimdi sizi evlerinize gönderelim ki biraz sakinleşin ve dinlenin.
Sonrasında ne yapılacağı dediğim gibi sonranın işi.
Şu an yapacak bir şey yok” dedi.
Toparlandılar ve Ebru babası Hasan Bey ile Mert de annesi Sanem Hanım ile birlikte hastaneden çıktılar.
Hasan Bey Sanem hanıma dönerek,
“Ne tarafta oturuyorsunuz Efendim” dedi.
Sanem Hanım,
“Büyükçekmece stadına yakın bir bölgede oturuyoruz” diye cevap verdi ve “peki ya siz” diye ekledi.
Hasan Bey'de tebessüm ederek biz de oraya çok yakınız.
“Sinan Oba'da oturuyoruz” diye cevap verdi.
Mert ve Ebru birbirlerine baktılar ve bu tesadüf karşısında gülümsediler.
Ailelerinin “ne oldu size böyle” diye sormalarına cevap olarak onları endişelendirmemek adına,
“Öyle abartıldığı kadar bir şey yok.
Sadece laboratuvardaki cihaz arızalandı ve sarsıntısıyla birkaç şeyi devirdi.
O an biz de orada olduğumuz için endişelendiler.
Eee bir de her ne kadar zararlı olmasa da bizi üç gün boyunca uyutmaya yetecek bir gaza maruz kaldık.
Fakat endişe edecek bir durum yok, gördüğünüz gibi gayet sağlam ve sağlıklıyız” dedi Mert.
Ebru kıkırdayarak,
“Gördük, neredeyse hastanenin tavanında başımıza yıkıyordun” dedi.
Aynı tarafa gidiyorlardı ve çocuklara araba kullandırmak istemediklerinden, Hasan Bey bir taksi çevirerek evlerine taksiyle dönmelerini uygun gördü.
Evlerine döndüklerinde Sanem Hanım evin kapısını açmaya çalışıyordu ki, yaşadığı heyecandan dolayı tansiyonu biraz
oynamıştı ve elleri titriyordu.
Dolayısıyla anahtarı çeviriyor olmasına rağmen kapıyı bir türlü açamadı.
Bunu gören Mert,
“Anneciğim sen şöyle bir kenara çekil müsaade edersen ben açayım” dedi.
Senem Hanım kenara çekilerek izin verdi.
“Yalnız kapı biraz sıkışmış oğlum kendine doğru hafifçe çekerek çevir anahtarı.
Yaptıracağım ama bir türlü vakit bulamadım.
Sen de bu sıralar yoğunsun, ama bir ara bu kapıyı bir düzelttirmek lâzım” dedi.
Mert kapıyı hafifçe kendisine çekerek anahtarı çevirmek isterken, garip bir gıcırdama ile kapının kasası yerinden oynadı.
Mert hemen hastanedeki olayı hatırladı ve gücünü dengeleyerek çok nazik bir şekilde kasayı düzeltip kapıyı açtı.
Çaktırmamak içinde,
“Evet anneciğim bu kapının ciddi bir şekilde elden geçmesi gerekiyor, ben yarın ustayı buraya göndereceğim” dedi.
İçeriye geçtiler, annesi,
"ben sana güzel bir yemek hazırlayayım, kaç gündür doğru dürüst yemek yemişsindir” diyerek mutfağa geçti.
Mert de üzerini değişip, yemeğe kadar biraz dinlenmek için odasına geçti.