MANA 1.Kitap 3.Kısım
MANA 1.Kitap 3.Kısım
Elini yüzünü yıkayıp, üzerini değiştikten sonra tam yatağa uzanacakken, yerde duran dambılları gördü.
Öyle vücut geliştirme vesaire işinde pek gözü yoktu.
Yalnızca bilgisayar karşısında çok vakit geçirdiğinden, hamlayan omuz ve kanat kaslarını hafif çalıştırmak için
kullandığı, küçük dambılları vardı.
Büyük dambılları daha önce denemiş fakat bir sefer zorla kaldırmış, daha sonra da vazgeçmişti.
Büyük dambılı eline aldı ve önceden olduğu gibi zorlayarak yerden kaldıracağını düşünerek bütün gücüyle yukarıya doğru çekti...
Fakat gücünün farkına o an vardı ki, sert bir şekilde yukarıya doğru çektiğini dambıl, elinden kurtularak tavana çarpmış ve alçıpanı kırmış, sonrasında da kafasına düşmüştü.
Ama dambılın kafasına çarpmasının hiçbir acısını hissetmemiş, herhangi bir zarara da uğramamıştı.
Gürültüye gelen annesi,
“Ne oldu oğlum” diye sorunca,
“Anne üç günlük istirahat çok iyi gelmiş. Dambılı her zamanki gibi sertçe kaldırınca elimden fırladı ve bak alçıpanın köşesini kırdım özür dilerim” dedi.
Annesi yüzündeki endişeli ifadeden kurtularak,
“Önemli değil be oğlum, yaptırırız sana bir şey olmasın da” dedi.
Mert annesini endişelendirmemek için daha sonrasında gayet sakin bir şekilde yemeğini yedi.
Televizyon karşısında annesi ne seyrediyorsa O da seyrediyormuş gibi yaptı.
Fakat aklı Ebru ‘da ve bugün yaşadıkları olaylardaydı.
İşin Ebru cephesine gelince;
Ebru babasıyla birlikte evlerine vardığında artık kasım ayına yaklaştıklarını ve bahçede çok sevdiği çiçeklerin
yerini kuru dallara bıraktığını gördü ve hüzünlü bir şekilde iç geçirdi.
“Ne olurdu şu güzelim çiçekler, hiç değilse ekim ayı bitene kadar canlılıklarını muhafaza etselerdi” dedi.
Kendi kendine bu düşünceler aklından geçer geçmez, bahçede fevkalade birtakım durumlar meydana gelmeye başladı.
Ve bahçenin sonbahar solgunluğu yok olarak, çiçekler tekrar açmaya başladı.
O ana kadar olanları görmemiş olan Hasan Bey, başını kaldırdığında bahçedeki çiçekleri gördü ve
“Hay maşallah Ekim ayında bile bahçemiz ne kadar güzel” dedi.
Ebru bu söz üzerine ağzını açmadan sadece dişlerini göstererek, Muzip suçlulara özgü bir tebessüm içerisine girdi.
Allah razı olsun babası, annesinin yokluğunu ona hiç aratmamıştı.
Hasan Bey,
“Kızım sabah evden çıkmadan önce pilav yapmıştım ve güzel bir de nohut yemeğimiz var.
Şimdi bir de salata yaparsak, turşumuz da var, yoğurdumuz da var, artık canın ne istiyorsa karnını güzelce
doyurursun” dedi.
“Canım babacığım, sen yaparsın da hiç güzel olmaz mı, ben elimi yüzümü yıkayıp, üstümü değiştireyim, sonra beraberce yeriz o güzel yemekleri” dedi Ebru.
Ebru da odasına gidince bahçedeki çiçekleri düşünerek,
“İşimiz var, sadece parmaklarımıza değil, demek ki bundan sonra aklımızdan geçenlere de dikkat etmemiz gerekiyor”
diye düşündü.
Sonra yine o muzip gülümsemesini takınarak,
“e bari bir işe yarasın, şu odayı parmaklara bir toplatalım bakalım” dedi ve gözlerini kapatıp,
“Odam pırıl pırıl olsun, her şey toplansın ve olması gereken yere kalksın” dedi.
Gözlerini açtığında gerçekten de her şey düşündüğün gibiydi.
Hatta düşündüğünden fazla olarak odasının duvar boyası da yenilenmişti.
“Oops şimdi ne yapacağız, buraları temizlerken duvarları da Arap sabunuyla sildik diyeceğiz babaya.
Bir süre böyle ufak ufak mecburen yalanlarla götüreceğiz işi.
Anlatsak şimdi heyecanlanacak adamcağız.
Zaten sonbahar geldiğinde rahatsızlıkları da artıyor...
Bir rahatsızlık da biz vermeyelim.
Ufak ufak böyle götürelim işi, sonra ilk zamanı geldiğinde anlatırız” diye düşündü ve sonrasında O da odasından
çıkarak, babası ile birlikte güle oynaya yemekleri yedi.
Babasına,
“Babacığım izin verirsen, mutfağı toplamayı ve bulaşıkları yıkamayı bana bırak.
Çünkü sen de sabahtan beri hastanede ayakta duruyorsun.
Hadi sen biraz televizyon seyret, haberlere bak, ben de şöyle şuraları bir toplayıp, kafamı dağıtayım canım
babacığım” dedi.
Kızı böyle yaptığında Hasan Bey, O’nun bir gün evlenip gideceğini düşünerek hep hüzünlenir, mümkün olduğunca bu durumla karşılaşmaktan kaçınırdı.
Hasan Bey salona geçtikten sonra Ebru yine tebessüm ederek,
“Şu bulaşıklar Kendi kendilerine yıkanmayı biliyor mu? Kendilerini bir yıkasınlar da ben seyredeyim” dedi.
Ve o an bulaşıklar bir anda yıkanıp temiz bulaşık sepetine sıralanıverdi.
Ebru olsun, Mert olsun, vücutlarında herhangi bir yorgunluk hissetmeseler de başlarından geçen yoğun olayların
neticesinde üzerlerinde bir sarhoşluk vardı.
En azından yatağa girmek ve biraz uyumaya çalışmak gerekiyordu.
Gece boyu, anlam veremedikleri farklı farklı rüyalar gördüler.
Sabah olduğunda bu rüyaları pek de hatırlamıyorlardı.
Her ne olursa olsun, normal hayatlarına devam etmeleri gerektiğini düşündüler.
Ve kahvaltılarını yaparak iş yerlerine gittiler.
Ebru, halen Mert'in yanında görevli görünüyordu ve onun binasına gittiğinde Mert’i enkazı temizlerken buldu.
Mert ortalığı düzeltmeye çalışıyordu.
Fakat ortalık öyle kolay kolay düzelecek türden bir durumda değildi.
Ebru, onun yerdeki ağır beton parçalarını, buzdolabı köpüğü gibi kaldırışını izledi...
Ve sonunda sessizliği bozarak,
“ne yapmaya çalışıyorsun Mert” dedi.
Mert bu soru ile kendisine gelerek,
“evet ne yapmaya çalıştığımı ben de bilmiyorum.
Fakat buranın bir şekilde düzene girmesi gerekiyor.
Bundan sonra işyeri olarak herhalde çay bahçesini kullanmayacağız” dedi.
Ebru onun sesindeki tiz titrekliği görerek,
“Üzülüyorsun değil mi” dedi.
Mert,
“e tabi neticede burası ekmek yediğimiz yer.
Şimdi burası düzenlenene kadar nereye gideceğiz?
Nerede kimlerle birlikte çalışacağız?
Sevdiğimiz insanlar var, sevmediğimiz insanlar var.
Orada burada sığıntı gibi yaşamak en sevmediğim şey Ebru” dedi.
Ebru bunun üzerine,
“Yardım etmeyi denememe izin verir misin Mert” dedi.
Mert kendisine yardım edeceğini düşünerek,
“Süpürge ve faraş o köşede sen de bir ucundan tut bari” dedi.
Fakat Ebru'nun kastettiği yardım bu değildi.
“Mert sen söyle Bir Kenara çekilir misin?
Ben başka türlü bir yardımda bahsediyorum, sadece izle” dedi.
Mert bunun üzerine olayın süpürge ve faraş olmadığını anladı ve kenara çekilerek, Eminönü lokantacılarının
dışarıdan müşteri çağırırken kullandığı ses tonuyla,
“Büyrüüünnnnn Ebru Hanım sizi izliyorum” dedi.
Ebru oranın eski durumunu tam olarak bilmiyordu fakat gözlerini kapatarak,
“burası patlamadan önceki eski haline dönsün” diye Sessizce mırıldandı.
Onun bu isteğini söylediğinde gözleri kapalıydı fakat Mert sanki bir filmi geriye sarıyormuşçasına, yıkıntının
eski durumuna döndüğüne şahit oldu.
Ebru gözlerini açtığında her şeyin eskisi gibi düzenli ve tertemiz olduğunu görerek, keyifli bir şekilde gülümsedi.
Mert’in gözünün önünde ev kapısının kırık kasası ve Ebru beliriverdi ve kendine gelerek, “yuh be Mert” mırıldandı.
“Ebru bu işi yaparken Gözlerini neden kapatıyorsun” diye sordu Mert.
“Bilmem, İçimden öyle geliyor, o nedenle öyle yapıyorum.
Sanırım senin üzerine düşen tavanı tutarken, gözlerim açıktı mesela...
Mert ikimizde neyi nereye kadar ya da farklı olarak neleri becerebildiğimizi bilmiyoruz.
Bu yaptıklarımızın sebep sonuç ilişkilerini de bilmiyoruz.
Şimdilik öğrenme dönemindeyiz ve sadece yapıyoruz.
Fakat bir gün sadece bu konunun detaylarını incelememiz ve birbirimizi gözlemlememiz gerekecek sanırım” dedi Ebru.
Mert başını sallayarak,
“Haklısın nedir, ne değildir hiçbir şey belli değil.
Neyse biz kendimizi biliyoruz en azından, şimdilik bundan kimsenin haberinin olmaması lazım” dedi.
Ama bir yandan da laboratuvarın eski haline nasıl geldiğini, insanlara ne şekilde izah edeceğini düşünüyordu.
“Ebru, senden rica etsem şu duvarları birazcık yıksak ya, aletlere zarar vermeden.
En azından buraya bir ustanın girmesini sağlasak ve ortalığı usta düzeltmiş gibi olsa.
Bir iki boya badana yapsa...
Çok fazla göze batmamak lazım.
Haksız mıyım?” dedi.
Ebru tebessüm ederek,
“Haklısın” dedi ve peşinden,
“Aletlere zarar vermeden sadece duvarlar olmak üzere eski hasarın yüzde yirmisi geri gelsin” dedi.
Onun bunu demesi ile birlikte, paldır küldür ortalık toz duman oldu.
Mert Son duruma baktıktan sonra,
“evet böylesi daha iyi oldu, usta bir iki gün içerisinde burayı toparlar” dedi.
Ebru,
“Asaf Hoca not bırakmış, geldikleri zaman İkisi de yanıma gelsin diye, istersen onun yanına gidelim.
Hem bir çay içelim hem de biraz konuşalım.
Yalnız önceden belirteyim rol yapmana gerek yok, çünkü Asaf Hoca her şeyin farkında” dedi.
Birlikte Asaf Hoca'nın yanına gittiklerinde Asaf Hoca’yı pek keyifli gördüler.
“Yaramazlıkta sınır tanımıyorsunuz çocuklar” dedi gülerek Asaf Hoca.
“Akıllı durmadınız, uzaylı DNA ‘sını da kendinize bulaştırırız ya, size değil de uzaylıları acıyorum.
Bir kere size bulaştılar, bakalım sonları ne olacak” dedi kahkaha atarak.
Mert,
“Hocam bu durumun izahını nasıl yapacağız?
Bunu açık açık ortaya mı koyacağız?
Yoksa saklayacak mıyız?
Kim bilecek kim bilmeyecek?
Bize bir akıl verin” dedi.
Asaf Hoca,
“Çocuklar şimdi şöyle,
Bunu saklayamazsınız...
Fakat kendinizi saklayabilirsiniz.
Siz de aynen öyle yapacaksınız...
Hani Süpermen, süper güçleri olmasına rağmen gazetecilik yapıyor ya.
Kimse Onun Süpermen olduğunu bilmiyor ya.
İşte siz de aynen bunu yapacaksınız.
Ben sizi koruyacak şekilde gerekli raporları düzenledim.
Zaten o patlamanın hemen sonrasında otobüste hastalanan insanlar da normale dönmüşler.
Yani olayı tamamen bir yanlış alarm şeklinde rapor ettik.
Laboratuvardaki patlamaya gelince, onu da teknik olarak bir kısa devreye bağladık.
Yani olandan bitenden hiç kimsenin haberi yok.
Aman gözünüzü seveyim, ortalığı velveleye vermeyin sakın.
Şimdi bunları söyledikten sonra bu konu üstünde daha fazla konuşmaya gerek yok.
Aynen bu şekilde davranacaksınız...
Asıl konuşmamız gereken şey, size ne oldu ve bu size olan şeyin sonucunda meydana gelen fevkalâdeliklerle siz
neler yapacaksınız.
Ya da neleri yapmayacaksınız.”
Sonrasında Asaf Hoca, Ebru’ya dönerek;
“Ebru'cum bak orada taze demlenmiş çay duruyor, bize çay doldur ve konuşmaya başlayalım” dedi.
Ebru sağ elini hafifçe kaldırdı ve işaret parmağı ile orta parmağını tam oynatıyordu ki Asaf Hoca,
“Öylece kal Ebru, o parmaklar oynamayacak” dedi.
“Biz bu çayı çaycıya da söylemeyi biliyoruz.
Senin parmak oynatarak, önümüze getireceğin çayı istemiyorum ben.
Güzel kızımın ellerinden, bardağa doldurulmuş çay içmek istiyorum.”
Ebru'nun yanakları bu güzel sözler sonrasında hafifçe kızardı.
“Peki, Hocam özür dilerim haklısınız” diyerek, çayları doldurmaya gitti.
Çayları doldurarak getirdiğinde Asaf Hoca çayı aldı ve “İşte kızımın gül kokusu var bu çayda ve ben bu çayı
istiyorum” dedi.