MANA 1.Kitap 4.Kısım
MANA 1.Kitap 4.Kısım
“Çocuklar, yeteneklerinizin her şeyden önce, insanüstü sınırının neresinde başlayıp, neresinde bittiği de belli
değil.”
Fakat benim size bir tavsiyem olacak, o da şu;
Büyüklerimiz ne demiş, “kendi yapabileceğin bir işi başkasından isteme” …
Demek ki sen şimdilik ne yapacaksın?
Elinden gelen bir işi, gerekmedikçe parmaklarına bırakmayacaksın.
Pilav yapacağın zaman, yine akşamdan pirinci ıslatacaksın.
Salata yapacağın zaman, domatesleri doğrayacaksın...
Ama bu arada soğan doğrarken de bir küçük parmak oynatması yapabilirsin.
Yani güzel kızım, sana şunu anlatmaya çalışıyorum...
İnsan olma özelliğini, asla kaybetmemelisin.
Markete gitmek, pazara gitmek, kasaba gitmek, bunlar temel insan vazifeleri.
Görünen o ki bunları yapmaya eskisi kadar vaktin olmayacak.
Ama vaktin olduğunda insanlıktan çıkmayacaksın.
Sen beni gayet güzel anladın güzel kızım...
Aman gözünü seveyim, sakın ola ki, yeni halinin seni ele geçirmesine izin verip, insanlıktan çıkma.
Sen yine benim güzel kızım olarak, bana gül kokunu katarak, çay doldurmaya devam et.”
Evet, Ebru'ya söyleyeceklerim şu an için bundan ibaret.
Mert, oğlum, sana gelince, o tavanı nasıl göçerttiğini hepimiz gördük.
Şimdi sende sana verilen bu kuvveti, eee başka ne var ne yok tabii onu da bilmiyoruz...
Ama her ne varsa, sen de aynı şekilde Ebru kızım gibi, gücünün seni ele geçirmesine izin vermeden, insanlığını kaybetmeden, hayatını devam ettirebilmelisin.
Şimdi tüm bunların dışında bir şey daha var ki...
O da gerektiğinde bakın gerektiğinde sözünün altını çiziyorum.
Bir hikâye vardı, “ iyiliksever armut ağacı ” diye;
“Armut ağacı, insanlara çok güzel meyve veriyor.
Bunu o kadar isteyerek yapıyor ki, armutlarının lezzeti dillere destan oluyor...
Armutlar bittiğince, gelenlerin boynunu büküşüne üzülüyor.
Ve dua ediyor armutları yeniden çıksın diye...
Duası kabul oluyor ve armutları yeniden, yine yine yeniden çıkıyor.
Fakat o kadar çok insan armut toplamaya geliyor ki...
Sadece ihtiyacı olanlar değil, toplayıp başka yerlerde satmayı düşünenler de geliyor.
Armut ağacı yeni armutlar için çabalamaktan yorgun düşünce, artık armut çıkartamıyor.
Bunu gören haysiyetsiz insanlar, sonradan ihtiyacı olup gelenin armut toplamasını falan düşünmeden, armut ağacını ise hiç mi hiç düşünmeden, sadece kendilerini düşünerek, bari dallarını alalım da odun yapalım deyip kesiyorlar.
Daha daha sonradan gelenler, dalsız, armutsuz, kurumuş halini görünce, bari odun olsun eve deyip, gövdesini de kökünden kesiyorlar.
Sonunda kala kala üzüntüden ağlayan bir kütük kalıyor geriye. “
Bakın, istisnalar kaideyi bozmaz diye bir söz vardır. Bu istisnaları çoğaltmaya başlarsanız...
İstisnalar asıl olayın yerini alıp, istisna olmaktan çıkar.
Siz de istisna üstüne istisna ile uğraşamazsınız.
Her gelene iyilik yaparsınız, sonrasında bir kişiye o an yapamazsınız...
Adınız, elinden geleni esirgeyen, iyilik yapabilecek durumdayken geleni geri çeviren, nokta nokta kişiye çıkar.
Zalimin karşısında ve mazlumun yanında olmamız gerekiyor.
Tabii, burada çok hassas bir terazinizin olması gerekiyor.
Her zaman zalim kim, Mazlum kim, Çıkarcı kim, Bencil kim, bunları ayırt etmekle uğraşamazsınız.
Size düşen, yapacağınız yardımın nerede başlayıp, nereye kadar devam etmesi gerektiğidir.
Üstüne vazife olan ne olmayan ne bunu ayırt etmesi de o kadar kolay olmayabilir.
Tarihi bir Çin filmi izlemiştim, orada adamın evi soyuluyor ve ailesi öldürülüyor…
Adam son anda yetişiyor fakat her şey olup bitmiş.
Katil ve soyguncuların kaçtığını görünce biraz kovalıyor.
Yerden bir taş alıp arkalarından atıyor.
Taş katil olanın başına denk geliyor ve orada ölüyor.
Çevreden taşın atılıp, birinin ölümüne sebep olduğunu görenler, adamı bir masumu öldüren zalim olarak suçluyor ve
idam ediyorlar.”
Yani zalim zannettiğimiz kişi, aslında masum ve mazlum, buna karşılık masum mazlum olarak gördüğünüz kişi ise,
aslında zalim olabilir.
Bu gerçekten de çok karışık bir konu...
Siz bu noktada sizden yardım isteyene yardım etme temel niteliğini, armut ağacını unutmadan birinci sıraya koyacaksınız…
Sizden yardım isteyen kişi muhtaçtır.
Elbette ki istediği yardım, başkalarına zulmetmeye sebep olacak bir kirlilik ise, yardım edilemez.
Üstünüze vazife olmayan sonuçlara yol açacağını hissediyorsanız, belirli bir yere kadar yardım edilebilir.
Ancak sizden yardım isteyene yardım etme vazifenizi yerine getirirken, asla o kişinin kim ve ne olduğuna değil,
sadece O’nun yardımınıza ihtiyacı olan mazlum olduğuna dikkat etmeniz gerekir.
Tarihimiz bu tür olaylarla dolu...
Hazreti Ömer'in halkı sıkıntı içinde olan zalim hükümdara ihtiyacı olduğunda yardım etmesi sonucu, hükümdarın zalimliği bırakıp gerçekten tam anlamıyla bir insan olmasına vesile olmuştu…
Anlatmak istediğim tam olarak da bu.
Yani birisinin doğru yola gelmesi için, bazen onu küçük bir destek ile pışpışlamak da gerekebilir.
Ve tabii görünen o ki kaderiniz birlikte gerçekleşti ve öylede gözüküyor ki bundan sonra da pek ayrılabilecekmiş gibi görünmüyorsunuz.
Her ne olursa olsun, birbirinizin fikirlerine önem verin ve birbirinizi asla ve de asla kırmayın...
Hocam 40 tane nasihati bir bardak çayın içine sıkıştırdın ve bize içirdin diyeceksiniz.
Ama ne yapalım, birisinin bunları size hap gibi, bir içimlik sürede söylenmesi gerekiyordu.
Ve bu durumda da sanırım o gollük pas bana verilmiş...
Şimdi biz bu raporları düzenledik dedik.
Her şey normal gözüküyor...
Ebru kızım, senin bu durumda kendi bölümüne dönmen gerekiyor.
Mert oğlum, sende laboratuvarın tadilatında tamiratında başında bulmalısın.
Bir iki gün böyle geçsin, sonrasında ben bir şekilde sizin ikinizin birlikte çalışabileceğiniz bir ortam oluşması için, gereken çalışmaları yapacağım...
Bakın bu noktada size tekrar uyarıyorum...
Hiç kimseye, hiçbir şeye, borçlu değilsiniz...
Ve size verilen bu hediye, hiç kimsenin malı da değil.
Yani bir kişi için, bunu kullanmak zorunda olmadığınız gibi, devlet bu hediyenizi kendisi için kullanmanızı
isteyebilir.
Daha doğrusu Devlet adı altında birtakım çıkarcılar sizi kendi menfaatleri için kullanmaya kalkabilirler.
Bu durumda da yine teraziniz elinizde olacak.
Özetle Sakın ola ki hiç kimseye, hatta devlete bile kendinizi kullandırmayın…
“Ne gerekiyorsa o ne kadar gerekiyorsa o kadar”
Bu düsturu unutmayın.
Tarih boyunca, bu millet hep kandırıldı ve çocukları için yaşamaları söylendi…
Bunu böyle yaparsanız gelecek nesiller, güvencede olacak denildi ve aldatıldı…
Gelen nesile de bir sonrası için şunu yap denildi, onlar da aldatıldı.
Oysa bir millet, şu anı için yaşamalı ve şu anını düzene koymalı ki, yarınlar güvencede olsun.
Geçmişin adı geçmiştir, geleceğin adı da gelecek. Geçmiş geçip gitmiş, gelecek de henüz gelmemiş olan gün…
Şu anı, geçmişten ders alarak doğru yaşamazsak, gelecek zaten istenildiği gibi olamaz…
Biraz ağır bir nasihat olacak ama bunu söylemezsem de içimde kalacak.
Şu cümlemden sonra susacağım çocuklar iyi dinleyin.
Peygamber efendimize soruyorlar iman nedir diye.
Sadece bir kere tarifini yapmış ve o da şu;
“Bir insan, saç teli ile gökyüzüne asılsa...
Yağmurlar delicesine yağıp, fırtınalar kudursa...
Şimşekler peş peşe çakıp geceyi gündüz yapsa…
Denizler kabarıp, gökyüzüne ulaşsa...
Depremlerden dağlar paramparça olsa...
…
İman sahibi kimse o an, ben geçmişte ne yaptım da bu anı yaşıyorum diye hayıflanmaz.
Ve bu durumda geleceğim ne olacak diye de endişeye kapılmaz…
O iman sahibi kişi bilir ki, bu durumda bile Allah’ın koruduğu kişiye hiçbir şey olmaz...”
Asaf Hoca'nın tarihten fırlamış bir Bilge Derviş edasıyla verdiği bu nasihatler, daha önce hiç düşünmedikleri pek çok şeyi, bir anda düşünmelerine sebep olmuştu...
Tüm bunları düşünerek bir plan yapıp, bir hedef uğrunda çalışarak, bir sonuç elde etmek üzere yola çıkmak...
Yoktu böyle bir durum.
Ne ile karşılaşırlarsa, o şeye ait durumun gerektirdiği şekilde nasıl davranacaklarını da o an düşünüp yerine getireceklerdi.
Mert bir anda Ebru'nun gözüyle kendi gözünün, uzun süredir birbirine takılmış vaziyette, birbirlerine bakarak, bir şeyler düşündüklerini fark etti...
Bu çok enteresan bir durumdu.
Hiçbir kelime söylemeden, sanki aynı şeyleri düşünüyor, düşüncelerini birbirleriyle paylaşıyor gibiydiler.
Aralarında görünmez bir bağ oluşmuştu...
Asaf Hoca'nın dediği gibi, sonraki iki gün gayet sakin ve gerektiği gibi geçti…
Üçüncü gün, rektörlükten aldıkları yazıda onların birlikte ve TÜBİTAK bünyesinde yeni kurulan “düşünce ve eylem merkezi” ‘ndeki, ARGE laboratuvarında çalışacaklarına ilişkin, bir Bakanlık ataması olduğuydu.
Yazıya baktıklarında bölüm şeflerinin de Asaf Hoca olarak atandığını gördüler.
Üçü birlikte yeni bir yere geçiyorlardı.
Beraberlerinde gerekli teknik personel ile birlikte, hafta başı orada göreve başlamaları yazıyordu.
Mert, Asaf Hoca'nın iki gün içerisinde bunca şeyi, hem de Bakanlık emriyle nasıl gerçekleştirdiğini düşündü.
Kendi kendine, “Asaf Hoca da anlaşılan bildiğimiz Asaf Hoca değilmiş, görünenin dışında derin bir tarafı da olduğu
böylece ortaya çıktı” dedi.
Sonuçta olumlu bir şeyler oluyordu ve bu noktada çok da detaylara takılmak doğru değildi.
Bazen hiçbir şey bilmemek ya da bilmiyormuş, ilgilenmiyormuş gibi davranmak en mantıklısıydı.
Yeni görev yerlerinde başlamalarına üç gün vardı ve bu üç gün süresince, hazırlıklarını yapmak üzere izinliydiler.
Ebru, Mert'e doğru eğilerek,
“Yarın sabah dokuzda Barış Manço Parkı'nda buluşalım” dedi.
Mert'in,
“Tamam” demesinin ardından, özel eşyalarını toplamak üzere ayrıldılar ve topladıkları eşyaları, arabalarının
bagajına koyarak evlerine geçtiler. Mert eve gittiğinde evde misafir olduğunu gördü.
Annesinin bayan arkadaşları olabileceğini düşünerek, onları rahatsız etmeden sessizce odasına geçti. Az sonra
annesi Sanem Hanım, yanına gelerek, “Mert biraz İçeriye gelir misin?
Zeliha hanımın bir sıkıntısı var, bana anlattı ama beni aşan bir sıkıntı.
Sen bu konuda belki bilgi sahibisindir” dedi.
Mert de
“Tamam anneciğim, şu üzerimi değiştireyim hemen geliyorum” dedi.
Biraz sonra içeriye geçtiğinde Zeliha hanımın sıkıntılı bir şekilde hızlı hızlı konuştuğunu ve bir yandan da
ağladığını gördü.
“Zeliha teyze ne oldu, niye ağlıyorsun anlat hele, yapabileceğimiz bir şey varsa elimizden geleni yaparız” dedi.
Bunun üzerine Zeliha Hanım, bir müteahhidin yaptığı kooperatif tarzı bir ev aldıklarını, tüm ödemelerini eksiksiz ve zamanında yaptıklarını, ödemeler tamamlandığında gidip tapuyu almak istediklerinde gayet normal bir şekilde tapularının da verildiğini, fakat eve bakmaya gittiklerinde evde başkasının oturduğunu gördüklerini söyledi.
Müteahhit parayı almış ve gayet güzel tapuyu vermişti.
Fakat tapudaki ve kooperatif başladığında imzaladıkları sözleşmedeki adresin, şehrin 14 kilometre dışında çok
bambaşka bir yerde olduğunu söyledi.
Avukata gitmişler ancak avukat, "iki yıl önce bir sözleşme imzalamışsınız.
Sözleşmede yazılı adresteki binadan ev sahibi olmak üzere sözleşme yapmışsınız.
Ödemelerinizi tamamlamışsınız ve müteahhit de size söz verdiği tapuyu vermiş.
Burada kanunsuz hiçbir durum yok.
Evet, size şehir merkezinde bulunan bir arsa üzerine, bina yapacağını söylemiş olabilir ama sizin sözleşmede imza verdiğiniz adres, şehrin 14 kilometre dışındaki bir adres.
Bu adres için sözleşme yapmışsınız, ödeme yapmışsınız, müteahhit de size görünen ve sorgulanamaz bir dürüstlükle
topunuzu teslim etmiş.
Birincisi bu konu üzerine dava açamayız...
Ancak, nitelikli dolandırıcılık olarak bir dava açabiliriz.
Fakat bunu ispat etmek ve bir sonuca gitmek...
Çok uzun bir süreç.