MANA 1.Kitap 17.Kısım
MANA 1.Kitap 17.Kısım
Bunların insanı varlık mı, yoksa mutant mı olduklarını anlayacak kadar onların yanında durmadım.
Fakat durumları bu.
Sonra bunlarda artık belki asker idiler fakat sivil kıyafetliydiler.
Ne olduklarını bilmiyorum.
Bununla birlikte Çinli Gigi denize girdiğinde bir denizkızı oluyor ve denizdeki canlılara hükmediyor.
Araplar bu işi hobileri olarak başlamışlar.
Fakat bir noktaya ellerindeki maddi imkânlarla ulaşmışlar.
Ekibin başındaki Ammar ve yardımcısı Ramize Dubai'de yaşıyor.
Amr ismindeki varlık illüzyon ile bir nesneyi altın olarak gösterebiliyor.
Çünkü Amr oradan ayrıldıktan bir süre sonra nesneler eski hallerine dönüyor.
Fakat İşin enteresanı bu Dubaili Amr çok mükemmel, dünya çapında bir aşçı.
Bunlar Mert ve Ebru gibi doğal yollarla mı DNA değişikliğine uğradılar, yoksa deneyler sonucu mu böyle oldular
bilmiyorum.
Daha fazla bilgiyi fark edilmeden edinemedim.
Şimdi bu konu bu kadar…
Detay hatırlarsam size bilgi veririm yine…
Bu hani bizim laboratuvar patlamasında fıskiye karışan Duman'ın kaldırımdan geçen insanların üzerlerine yağması hadisesi var ya...
O hadiseden ben etkilendiğimde yanımda olan birkaç kişiyi hatırladım ve onları da arayıp buldum...
Aycan isminde bir bayan var.
Zamanı yavaşlatıp durdurabiliyor.
Tabii bunu nasıl yapıyor, ne kadar süreyle yapıyor,
bunların hiç birisini bilmiyoruz.
Sadece genel hatlarıyla size aktarıyorum.
Hulki var.
Hulki yani adının hakkını vermiş.
Sinirlendiğinde 6 metre boyunda bir deve dönüşüyor.
Fakat Allah'tan bu Hulki çok sakin ve mülayim bir insan. Kolay kolay sinirlenmiyor.
Bunların dışında bir de küçük afacanımız var.
Altı yaşında Hatice isminde.
Memleketi de Tokat.
Bu da birine dokunduğunda o insanı güldürüyor veya ağlatıyor.
Yani o anki duygularını en üst seviyeye taşıyarak duygu bombardımanına tutuyor.
Evet, nokta...
Yani özetleyecek olursak ilk izlenim olarak size aktarabileceğim şeyler bunlar.
Dediğim gibi kısa bir süre dolaştım.
Laboratuvar patlaması zaten kaç gün oldu. Çok uzun olmadı.
Bu süre içerisinde bunlar gördüklerim.
Elbette gördüklerimizin haricinde görmediğimiz, bilmediğimiz pek çok şeyin olabileceğini, tahmin ediyorum.
Mert abinin dediği gibi, dünya bununla uzun zamandır uğraşıyormuş.
Memleketimizde de bunun miladı, laboratuvar patlamasının olduğu gün.
Yani kaç gün oldu beş gün, altı gün mü o kadar kısa bir süre öncesine dayanıyor.
Müsteşar Bey bu anlatılanları dinledikten sonra, "biraz önce ne dediysem, şimdi de diyebileceğim ondan fazla bir
şey yok.
Bunlar hayret verici, çok korkutucu...
Her işi bırakıp ilgilenecek kadar önemli.
Ne bileyim ne diyeyim çok yeni şeyler.
Oturacağız, düşüneceğiz, konuşacağız...
Tedbir mi alınması gerekiyor, yani ne gerekiyorsa onu yapmak için, elimizde ne varsa seferber edeceğiz.
Tabii her şeyden önce, bunu benim bir rapor olarak, benden daha yüksek mevkideki yöneticilerimize ulaştırmam
gerekiyor"...
Mert,
"burada söze girmem gerek Sayın Müsteşarım...
Sizden bir ricam daha olacak.
Gerek Ebru, gerekse Armağanın da benimle aynı fikirde olduklarını, daha önceki konuşmalarımızda dayanarak
zannediyorum.
Lütfen bu, daha yüksek mevkideki yöneticiler dediniz ya...
İşte o raporları sunarken, hassas olduğumuz şu noktayı da onlara iletin.
Lütfen bizi sakın ha, siyaset malzemesi yapmasınlar.
Ve lütfen bizi, kullanmaya kalkışmasınlar.
Bakın biz sizin için ölürüz.
Her şeyimizi veririz.
Fakat siz olarak tabir ettiğimiz, vatan ve millet.
İş bunun ötesine geçer ve şahsiyetlerin seviyesine, daha doğrusu seviyesizliğine düşerse...
İşte orada bizi yanınızda bulamazsınız.
Hatta bunu söylemek istemiyorum ama karşı karşıya da kalabiliriz.
Saniyesinde Bahçe'yi, tekrar örnek olsun diye söylüyorum Hindistan'a taşırım.
Lütfen bu hassasiyetimizi anlayın ve anlatın.
Biz sizinle, hatta sizinle bile değil, Zeynep hanımla muhatap olalım.
Gerisini siz halledin.
Daha yukarıdaki kişilerle bizi görüştürmeyin.
Onların özel isteklerini, lütfen bize iletmeyin.
Eğer bu şekilde hassas davranırsak birlikte bu vatanı, milleti ve bu vatanda yaşayan herkesi ve hatta bütün
insanları ki bütün insanlar kardeş biliyorsunuz...
Neticede aynı iki tane dedemiz ortak.
Birisi Âdem Baba, birisi Nuh Baba...
Yani o nedenle tüm dünyaya kardeş gözüyle bakıyoruz.
Sonuçta onları da tabii ki, koruyup kollamak için elimizden geleni yapacağız.
Bu insani varlık olmaktan Mutant tarafına çekilenleri, tekrar insani varlıklara döndürmek için de elimizden geleni
yapacağız.
Çok tehlikeli olanlarla artık nasıl bir savaş verilecekse, onların da insanlığa ve insanlara zarar vermelerinin
önüne geçmek için, elimizden geleni yapacağız...
Ama lütfen bizi çizgimizden çıkartıp, şov malzemesi yapmasınlar.
Sizin de şu an gözlerinize baktığımda aynı fikirde olduğunuzu hissedebiliyorum.
Elbette ki bazı istisnalar olacak.
Katı çizgiler çizmiyorum.
Fakat böyle olması gerektiğini siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum.
Öyleyse, lütfen elimizden geleni yapalım” dedi.
Bugün konuşulanların hazmedilmesi ve istişare edilmesi gerektiği, kararlar için çok erken olduğunu söyleyerek, müsteşar Bey yanındaki çalışanlarını da alıp toplantı odasından çıktı.
Odadan çıkarken kaşlara havadaydı ve “vay başımıza gelenler, dünya ne hale geldi, çivisi çıktı, Dünyanın derdi büyük, çivisi, hakikaten çivisi çıktı” gibi sözler söyleyerek odayı terk etti.
Geride sadece Asaf Hoca ve bizimle beraber çalışması için emir alan, Zeynep Hanım vardı.
Zeynep Hanım gerçekten çok cana yakın ve şeker bir bayandı.
İnsanlara nasıl davranılması gerektiğini farkındaydı.
Kendisiyle tanışmak adına küçük bir sohbet yapıldı.
Evli olduğu, eşinin bir lisede müdür olduğu ve ikiz doğmuş şu anda 13 yaşında iki tane kızı olduğunu söyledi.
Mert ve Ebru onu sevmişlerdi.
Zeynep Hanım,
“nasıl bir çalışma ortamı düşünüyorsunuz” diye sordu.
Mert bunun üzerine,
“şimdi Zeynep Hanım, büyükler neyse de küçükler masum.
Bugüne kadar ne yaptınız, nelerle uğraştığınız bilmiyorum.
Fakat bildiğim bir şey var, bu dakikadan sonra şerefli insanlarla uğraşmayacağımız.
Malumunuz üzere, şereflinin karşıtı şerefsizdir.
Bunlar nasıl derler, argoda bir deyim var...
“Delikanlı değiller” ...
Yani sizi karşılarına alıp da dövüşecek cesaretleri yok.
Bu nedenle de kasti faullü yaklaşacaklar.
Bazen hakeme göstermeden, bazen de göz göre göre...
Yani demem o ki, bunlar yine argo konuşacağım özür diliyorum...
“Bel altına çalışacaklar” ...
Direkt yüzünüze karşı savaşmaları mümkün görünmüyor.
Şimdi bu durumda ben derim ki, bunların karşı cephesinde yer alacaksanız, her şeyden önce size bir misafir odası
ayarlayalım.
Ailecek bizim Bahçe'de kalın.
Oluşturduğumuz tesise Bahçe diyoruz.
Günlük hayatlarını aksatmasın çocuklar. Okullarına gitsinler, gelsinler.
Ebru onlara uzak koruma olarak, görüp rahatsız olmayacakları şekilde tatlı pericikler ayarlar.
Siz diyeceksiniz ki biz ayarlarız.
Yok, işte siz ayarlayamazsınız.
Onların korumasının biraz farklı olması gerekiyor.
Ebru görünene, görünmeyene karşı tam bir koruma sağlayacak.
Periler onlara hiç çaktırmadan ve göze batmadan korurlar.
Birisi ateş etmeye kalkarsa, sizin adamlarınız onlarla anca mücadele ederler.
Oysa pericikler, doğal yollarla yani, kafasına ağaç dalı düşürerek ya da ayağının altına muz kabuğu koyarak
bertaraf eder.
Zeynep Hanım bu konuşmayı dinlerken tüyleri diken diken olmuştu.
Hissediliyordu, elektrikten hafif saçları kabarmıştı. Fakat bu çok alçakça...
Masum küçük çocuklarla neden uğraşsınlar.
Sonra şöyle bir durup duraksadı ve
“Galiba haklısınız, zaten doğru bir önlem almazsak, gözüm hep arkada kalacak” dedi.
“Mert Bey müsaade ederseniz, şimdi çıktığımızda ben sizinle villaya, pardon Bahçe'ye geleyim.
Ortamı bir göreyim.
Ona göre eve gidip çocukları hazırlayıp getireyim.
Bir süre sizi rahatsız edeceğiz” dedi.
Ebru,
“rahatsızlık ne demek Zeynep Hanım, biz misafiri olduk olası çok severiz, kaldı ki ne yemekle uğraşıyoruz ne
çamaşırla ne de bulaşıkla.
Böyle misafir ağırlamak, çok komik bir derecede kolay. Siz buyurun gelin” dedi.
Armağan'la biraz daha sohbet ettikten sonra, Mert Armağan’a,
“Armağan senin bizimle gelmeni engelleyecek, herhangi bir durum yok sanırım” dedi.
Armağan,
“yok Mert abi ben de sizinle geliyorum.
Sanırım eşya getirmeme gerek yok.
İhtiyacım olan eşyaları sizin orada bulacağımdan ve temin edileceğinden hiç şüphem yok.
Zaten yakışan elbiseyi giyecek vücutta yok.”
“Arada sırada gölgemi parlatırsanız, beni mutlu edersiniz” diye espri yaptı.
Bir müddet Zeynep Hanım’ın dosyalarını düzenlemesini beklediler.
Bu arada onların yapacak hiçbir işleri yoktu, çay içip eski günlerden konuştular.
Mert kendi kendisine şöyle bir baktı ve içinden geçen duyguya şaşırdı...
Yanında olmasına rağmen Ebru'yu özlüyordu.
Bu ne demek oluyordu acaba?
Galiba çok fazla ve farklı kişi ile uğraşırken, Ebru ile o ilk zamanlardaki sıcak sohbetlerini yapamamanın, üzüntü
ve sıkıntı yaşıyordu.
Alışmıştı Ebru'ya...
Kendi kendine “inşallah ileride daha rahat oluruz ve gönlümüzün dilediğince sohbet ederiz” diyerek sıkıntılarının
üstünü kapattı.
Sonrasında herkes hazırlanmıştı.
Mert Asaf hocayı görerek,
“Hocam biz Bahçe'deki son durumu görmek üzere geçiyoruz.
Armağan’ı ve Zeynep Hanım'ı da beraberinizde götürüyoruz.
Zeynep Hanım çocuklarını da alıp, bir süre misafirimiz olacak.
Bu olayın görünen yüzü ve devlet olarak hedefi olacak. Hem güvenlik açısından hem de daha fazla istişareler
yapabilmek adına, böyle bir karar aldık, müsaadenizle” dedi.
Asaf hoca bunun üzerine,
“Doğru düşünmüşsünüz, zaten siz doğruyu görüyorsunuz, ben size güveniyorum çocuklar.
Ne gerekiyorsa doğru olduğuna inandığınız şeyleri, dosdoğru bir şekilde yapmaya devam edin.
Burada zaten öyle bir mesai kavramımız yok.
Aslında gördüğüm kadarıyla buradan alacağınız maaşa da artık ihtiyacınız yok.
Ben sizi anlıyorum, sıkıntıları devlet ile birlikte incelemek ve çözmek, onları kırmamak, merak içerisinde
bırakıp, endişelendirmemek adına buradasınız.
Birbirimizde istişare yapmak ve gerekli fikir alışverişlerinde yapabilmek için, toplantıları yapmak dışında nerede
ne yapmanız gerekiyorsa onu yapmak üzere serbestsiniz.
Bir şey olursa zaten, haberleşmek üzere Ebru kızım bir durum ayarlasın...
Yeter ki, size seslendiğimde duyun beni” dedi.
Mert Asaf Hoca'ya,
“Hocam, Zeynep Hanım misafir ettiğimiz gibi, sizi de misafir edebiliriz.
Uygun görürseniz, size de bir oda ayarlayarak hazırlatalım” dedi.
Asaf hoca,
“Çocuklar, zaten bir süre sonra galiba, 7/24 birlikte olmamız gerekecek.
O gün geldiğinde ben de sizden odamı hazırlamanızı isterim.
Fakat şu an böyle bir şey için acelemiz yok.
Benim daha ziyade dışarıda bağlantılar kurmam gerekiyor.
Gelip oraya kapanamam.
Kendimizi dış dünyaya kapatmamız gibi bir şey olur ki, bu da bu noktada yanlış olur” dedi.
Asaf hoca doğru söylüyordu.
Yanlıştan doğru çıkartmak hiç de kolay değildi.
Zeynep Hanım hangi arabalarla gideceğiz diye sordu.
Ebru tebessüm ederek,
“Biz Araba işini bıraktık Zeynep Hanım, uçuyoruz artık” dedi yine o muzip gülüşüyle...
Zeynep Hanım biraz daha rahatlamıştı.
Artık espriye espri ile karşılık verebiliyordu.
“Uçurun beni de o zaman çocuklar” dedi.