MANA 1.Kitap 50.Kısım

...

MANA 1.Kitap 50.Kısım

Fakat O’nun kendine göre yöntemleri var.
Bizim için zorluk olarak adlandıracağımız olaylar, aslında kolaylığa açılan kapıdır kim bilir.

Bak sana ne diyeceğim...
Peygamber efendimizin bir sözü var.
“Elinizde bir fidan varsa ve kıyametin koptuğunu görüyor olsanız bile, yine de o fidanı dikin” diye.

Şimdi çevreciler, ormancılar, bu çizgide faaliyet gösterenler bu sözü alır sahiplenirler.
Elbette alıp sahiplenecekler.
Sahiplenmelerinde bir yanlış yok ve ne güzel sahiplenmeleri.

Bu sözün ardına da tabelalara yazarlar “yeşili sev, çevreni koru” ...

Elbette ki yeşili seviyoruz, çevremizi korumak da bizim vazifemizdir.
Fakat Peygamberimizin burada söylediği sözün, bunların çıkardığı anlamla birinci dereceden alakası yok.

O Söz şunu söylüyor...
Bütün işlerin ters gitse.
İflas üstüne iflas etsen.
Alacaklıların ensenden ayrılmasa.
Senin o an yaşadığın senin için kıyamettir.
Ve bu kıyameti ayan beyan görüyor olsan dâhi...
Allah'a güven ve işine sımsıkı sarılıp, elindeki işi dosdoğru yapmaya devam et şeklindedir.

Şimdi biz de bugün Bahçe’de kıyameti gördük.
Ne yapacağız?
Kıyameti gördük diye çalışmayı, gayret etmeyi bırakacak mıyız?
Bıraktık diyelim...
Bırakıp da ne yapacağız?
Elbette ki kıyameti görmüş olsak bile Allah'a güveneceğiz ve işimizi tüm gayretimizle dosdoğru yapmaya devam edeceğiz.
Hem de işimize bundan böyle dört elle sımsıkı sarılıp yapmaya öyle devam edeceğiz.

Moral bozmak bize yakışmaz...
Bak sana bir şey daha anlatacağım.
Gerçi camiden kovulmuş Hoca gibi vaaz vermeye başladım ama...
Hah, al sana araya hikâye zorla girdi ben ne yapayım...

Hocanın birisinin Aslında Hoca olmadığını, dolandırıcı bir sahtekâr olduğunu öğrenmiş cemaat ve onu camiden kovmuşlar.
Sahte hoca gezmiş dolaşmış ama hiçbir şeyin tadı yok.
Sahtekârlık yapabilmek için okuduğu kitaplardan öğrendiklerini, yakaladıklarına anlatmaya başlamış.
İnsanların kendisini samimiyetle dinlediklerini görünce çok hoşuna gitmiş ve anlattıkça da rahatlamış.
Birçok kitap alıp evine gitmiş ve onları samimi bir şekilde okumuş.
Okurken etkilenmiş ve gözyaşları dökerek ve tövbe ederek okumuş.
Okuduktan sonra, yine içi içine sığmıyor ve sağılması gereken bir inek gibi sütünü sağacak, sohbetini, vaazını dinleyecek insan arıyor.
Kendisini dinleyecek insan bulduğunda öğrendiklerini onlara anlatıyor, naklediyor.
Her defasında bunu yaptığında daha büyük bir şevk ve azim ile evine dönüyor ve okuyarak kendisini yetiştirmeye devam ediyor.
Hikâye uzun fakat bu önceleri sahtekâr olan sonrasında mübarek bir insan olarak anılan kişi isminin önemi yok, Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşıyor...
Sonrasında dediğim gibi mübarek bir insan olarak anılmış ve o şekilde vefat etmiş.
Bugün bile hâlâ mezarı başına gidip Ona dua ederek, Ondan yardım isteyenler var.

Bak şimdi bir sahtekârı bile tutup mübarek bir insan yapan bir Allah var.
Sen şimdi içinde bulunduğun sıkıntılı durumdan dolayı üzülüyorsun.
Dost bildiğin insanların nankör çıkmasından dolayı üzülüyorsun.
Kısacası ona üzülüyorsun, buna üzülüyorsun...
Fakat bu bize yakışmaz.
Bizim bu yaşadıklarımızı, elbette ki unutmamamız gerekiyor.
Fakat sürekli bunları yaşayarak ömrümüzü geçirip heba etmeye de hakkımız yok.
Bu üzüntüleri çerçeveleyip, Gönül Duvarı’mızdaki bir yere asacağız.
Arada sırada aklımıza geldikçe dönüp o duvardaki çerçeveye de bakacağız.

Fakat sürekli gözümüzü ona dikip yaşadığımız hayattan kopmayacağız.

Evet dediğim gibi sahtekâr hocanın vaaz vermesi gibi bir kere başladık cümleye, bizim cümlemiz biliyorsun bitmez...
Moralin ne olduğunu söyleyecektik araya bir de hikâye kaynattık...

Bak şimdi ister Fransızca sözlük aç ister İngilizce sözlük aç, istersen Meksika dilinde yazılmış bir sözlük aç...
Hepsinde de moral kelimesinin karşısında ahlâk yazar.
Evet, yanlış duymadın, moral eşittir ahlâk yazar. Türkçemizdeki moral kelimesinin Farsçadaki karşılığı Hulk ’dur ve Hulk kelimesinin Arapçadaki karşılığı Hâlık tır.
Yani Hâlık bildiğin Halkeden, yani Yaradan.
Diyor ki, Yaradana yaklaştıkça ahlâkın yükselir, dolayısıyla da moralin yükselir.
Yaradandan uzaklaştıkça, ahlakın bozulur ve dolayısıyla da moralin bozulur.
Kelimelerin gerçekte bir anlamı var.
Biz her ne kadar onları farklı şekilde kullansak da farklı şekilde algılasak da aslında bilinçaltımız onu doğru şekilde algılıyor.
Zihnimiz Onu doğru şekilde algılıyor.
Kalbimiz, Gönlümüz Onu doğru şekilde algılıyor.

“Evet, bir tanem seni yeterince baydım sanıyorum.
Bu baygınlığın verdiği acıyla, sanırım diğer acıları unutturabilmişimdir sana” dedi ve bir kahkaha attı Mert.

Ebru önce Mert'e sert sert baktı...
Daha da sert baktı...
Ve sonrasında dayanamadı o da bir kahkaha attı.

Ya Mert sen ne âlem bir insansın...
Konuları nereden aldın, nereye getirdin...
Takip edeceğim diye, bütün derdi tasayı her şeyi unutturdun bana.
Söylediklerinin pek çoğu aklımda kalmadı.
Ama ne dinledin şimdi diye kendime soruyorum...
Cevap olarak da kendim kendime, merak etme eninde sonunda her şey güzel olacak diyor.

Evet, sen haklısın.
Karaları bağlayıp oturmak doğru değil.
Bu vapur gezisi çok güzel oldu.
Senin tokat şeklindeki hikâyelerin de tamamen kendime getirdi beni.

Evet, şimdi hepsini bir kenara bırakıyoruz ve biz elimizdeki fidanı dikiyoruz...

Nereye geldik?

Büyükada'ya mı yaklaşıyoruz?

Babamla beraber buraya ne zaman gelmiştim en son...

Sanırım yedi sene oldu.

İnelim bakalım, her şey yerli yerinde duruyor mu?

O gün onlar için kötü başlamıştı fakat fevkalade bir şekilde devam ediyordu.

Birlikte kalabalığın içine karışıp gezmişler, güzel bir çay bahçesinde oturup çay içmişlerdi.

Daha sonra Mert Ebru'yu faytona bindirip gezdirmişti.

Ebru Perilerden bu cefakâr atlarla ilgilenmeleri ve onları tedavi etmelerini istemişti.

Ebru, “şöyle bol kaşarlı birer tost yesek, ne dersin” dedi.

Mert,
“seninle birlikte olduktan sonra, ne yediğimin hiç önemi yok.

Sen ne arzu edersen, ben de onu isterim” dedi.

Bol kaşarlı birer tost ve çay aldılar.
Tertemiz deniz havası eşliğinde tostları yiyip çaylarını yudumladılar.
Sonrasında da bu güzel güne parmak hareketiyle geri dönüş değil de yine geldikleri gibi vapurla dönüşü istedikleri için, çok geç kalmamak düşüncesiyle ilk vapura atlayıp Sirkeci'ye döndüler.

Sirkeci'ye döndüklerinde Ebru,
“Babama bir tesbih ve Anneme de terasta otururken omuzuna örtmesi için güzel bir şal alıp öyle dönelim.
Onlardan uzak olsak da onları hatırladığımızı bilsinler” dedi.

Birlikte Mısır çarşısının arka tarafından Mahmutpaşa yokuşuna doğru yürümeye başladılar.
Yol üzerinde güzel bir şeyler bulamazsak, Kapalıçarşı'dan alır ve parmakla bahçeye döneriz dediler.

Mahmutpaşa Yokuşu'nda istedikleri gibi bir hediye yoktu.
Baka baka Kapalı Çarşı’nın Mahmutpaşa kapısına gelmişlerdi.

Ebru kapının girişinde Osmanlı usulü şerbet satan bir satıcı gördü.
Yokuşu yürümek onu susatmıştı.
“Mert bana şerbet alır mısın” dedi.

Mert de “tabii ki alırım” diyerek şerbetçiye, iki tane doldurmasını işaret etti.

Şerbetçi şerbetleri doldurup ona ücretini ödedikten sonra, Mert elindeki bardağın birisini Ebru'ya vermek üzere yürürken, üzerlerine tabiri yerindeyse kurşun yağdığını gördü.

Bir hamleyle elindekileri atarak Ebru ile kurşunların arasına girdi.
Ve Ebru'ya,
“kendini derhal Bahçe’ye ışınla beni merak etme ve götürme” dedi.
Ebru Allah'tan paniğe kapılmamıştı ve hemen bahçeye geçti.

Mert’in üzerine Kurşun Yağmuru devam ediyordu.
Mert'e çarpan ve seken kurşunlar çevredekilere yönelmişti.
Bu seken kurşunlardan isabet eden epeyce kişi yaralanmış vaziyette kanlar içerisinde yerdeydi.
Silah seslerine yakında bulunan güvenlik ve polis ekipleri derhal oraya gelmişlerdi.
Onlar geldiğinde halen ateş devam ediyordu ve kurşunlar Mert'e çarparak çevredekilere dağılıyordu.
Yoğun silah sesine polislerle birlikte gelen ve omuzundaki üç yıldız’dan emniyet amiri olduğu anlaşılan kişi, “Hayrettin ne oluyor burada” diye bağırıyordu.

Polis memuru Hayrettin o sırada yerde yatan yaralılardan birisiyle konuşuyordu.

Ona nasıl yaralandığını sorduğunda yerde yaralı yatan kişi Mert'i gösterdi.
“O ateş etti bize, kurşunlar ondan geldi” dedi.
Bu söz üzerine bütün gözler Mert'e çevrilmişti.
Her ne kadar Mert’in elinde silah görünmüyor olsa da ondan çevreye Kurşun yağıyordu.
Seken kurşunları Mert atıyormuş gibi görünüyordu.

Bunun farkına Varan Mert, çevredekilerin daha fazla zarar görmemesi için, önce Kapalı Çarşı’nın çatısına çevik bir hamleyle sıçradı.

Çatı üzerinde Kılıççılar kapısı istikametinde biraz koştuktan sonra, oradan insanların daha az olduğunu gördüğü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafına atladı.

Polisler tabii ki ateş edip insanları vuran, yaralayan, öldüren kişi olarak gördükleri Mert'in peşine düşmüşlerdi.

Mert istese o anda ortadan kaybolabilirdi fakat ateş edenleri bulmak, en azından kim olduklarını görmek düşüncesiyle nerede olabileceklerini araştırıyordu.
Fakat ne kadar gayret ettiyse de ateş edenleri göremedi.
Bu sırada polisler Mert'i bulmuş ve etrafını sarmaya başlamışlardı.

O sırada Mert, ilerideki bir binanın çatısında kendisine ateş edenlerden birisinin namlu parlamasını gördü.

Aynı anda namlusu parlayan şahıs da Mert'in kendisini gördüğünü fark etti.
Ve denizcilerin kullandığı yardım tabancasına benzer bir tabancadan işaret fişeği ateşledi.

Havada kızılımsı bir renkle patladı mermi.
Bu galiba fark edildiklerini ve artık bir şey yapamayacaklarını, yakalanmamak için de geri çekilmek gerektiğini, birbirlerine haber veren bir fişekti.

Zaten hemen akabinde bulundukları yere doğru son sürat gelen iki tane minibüs fark ettiler.
Minibüsler çok süratli geliyorlardı ve polis çemberini yararak kaçma düşüncesiyle, araçları onlara doğru sürüyorlardı.

Polisler minibüsleri ve süratle kendilerine yaklaştıklarını gördüklerinde ezilmemek için kenara doğru kaçışmaya başladılar.

Bu kaçışma esnasında bir polis memurunun ayağı takıldı ve hızla gelen minibüslerin önüne düştü.

Minibüsler birkaç saniye içerisinde onu ezerek tam üzerlerinden geçeceklerdi ki, Mert çevik bir hareketle sıçrayıp polis memurunu araçların önünden aldı ve kenara bıraktı.

Bunlar olurken yere düşen polis memurunun galiba adı Hüseyin idi ki polisler Hüseyin, gitti Hüseyin diye bağırıyorlardı.

Minibüsler geçtikten sonra Mert koşarak minibüsleri takip etmek istedi.
Fakat polis çemberi tekrar oluşmuştu.

Mert polislerle mücadeleye girmek istemediğinden, bulunduğu yerden tek bir hamleyle yandaki binanın çatısına sıçradı.

Oradan çevreye bakındı fakat minibüsler görünmüyorlardı.
Sonrasında orada daha fazla durmanın doğru olmayacağını düşünerek bulunduğu çatıdan tekrar yere atladı.

Süratle giden bir arabanın hızı ile yarışırcasına bir hızla koşarak köşeyi döndü ve polislerin gözünden kayboldu.

Polislerin görüş alanından çıktığında yine yakınındaki bir binanın çatısına çıkarak oradan hem kapalı çarşı tarafına hem de aşağıdaki polislere baktı.

Polisler kendi aralarında heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı...

Maalesef Kapalıçarşı kapısındaki kurşun yağmurunda sadece yaralananlar yoktu.

Yaralananlar olduğu gibi aynı zamanda sekiz de ölen vardı.

Mert, üç blok ötede bulunan binanın çatısından aşağıdaki bu konuşmaları dinliyor ve işin buraya nasıl geldiğini düşünüyordu...

sözün sonu... 1.kitap bitti...

Bitti miiiiiiiiiiiiiiii?
Daha başlamadık bile ısınıyoruz sadece
Devamı toplamda 7 cilt kitap olarak mevcut olup yayınlanacaktır.

MANA 2.Kitap 1.Kısım için tıkla..

...

...