MANA 1.Kitap 7.Kısım
MANA 1.Kitap 7.Kısım
Mert,
“Yalnız şöyle bir durum var, öyle bir balık restoranına gelip, sadece balık takılıp gidenlere pek de iyi gözle
bakmıyorlar.
Ve bir yerde haklılar tabii ki...
İçenlerden, aynı süre içerisinde daha fazla para kazanıyorlar.
Bu tür durumlar için bahşişi biraz bol tutarak olayı çözmeye çalışıyorum ben.
Ne yapayım, öyle yemek yerken insana tiksinç tiksinç bakan müessese sahibi ya da garsonlar beni acayip uyuz
ediyor.
Eskiden bu tür yerlerde girişe alkollü müessese yazarlardı.
Herkes onu aile olarak girilmesi uygun değil diye anlardı.
Fakat işin aslı alkol kullanmıyorsan girme ve kazancımıza mâni olma demekti.
Böyle yerlere geldiğim zaman, nedense işte bu sebepten dolayı geriliyorum.
O nedenle de tam bir evcimen oldum çıktım.
Ne yapacaksam evimde yapmaya çalışıyorum.
Böyle yerler, pek bana göre değil ve bu konuşmayı seni rahatsız etmek için de yapmıyorum.
Rahat ol çok memnunum şu anki ortamdan.
Sadece, genel olarak kendimi ifade ediyorum” dedi.
Ebru bunun üzerine,
“Mert Bende pek bu tür yerlere gelmeye sıcak bakmıyorum.
Sen beni evde bir görsen...
Hani salaş kıyafet derler ya...
İşte, salaşın tam da resmedilmiş haliyim ben.
Babam giyim tarzıma bir türlü alışamadı.
Ben böyle bol salaş, dökümlü, kolları ellerini üzerine inen kazakları seviyorum.
Ayağımdaki pantolon da aynı şekilde.
Evinde rahat etmeli insan, kaybolmalı giydiği şeyin içerisinde.
Ben ne zaman bu şekilde giyinsem, babam hasta mısın kızım diye sorar.
Ne yapalım onlar alışmışlar.
Babam, hâlâ evde neredeyse takım elbiseyle oturacak” dedi Ebru.
Mert,
“Evet ben de salaştan hoşlanıyorum, ama hani böyle sporun salaşından.
Bol ve dökümlü spor kıyafetler giymeyi seviyorum.
Evler sıcak oluyor zaten, ne giydiğini o kadar önemi yok” dedi.
Bunları konuşurken garson sipariş almaya geldi.
Mert sordu;
“Ebru Hangi balığı seviyorsun?”
Ebru,
“Bir sebebi yok ama lüferden daha çok hoşlanıyorum.
Varsa ben lüfer alacağım.
Sen ne alacaksın?”
“Ben çupra ya da onun daha büyüğü sarı beneklileri var ya, o balıktan hoşlanıyorum.
Ben de varsa ondanı alacağım” dedi Mert.
Garson siparişleri yazıyordu.
Siparişleri yazarken Mert, sol Avucunun içini garsona göstererek,
"şöyle güzel lezzetli bir şeyler getir olur mu?
Yiyip kalkacağız, zaten alkol de istemiyoruz" dedi.
Garson Mert'in avucunun içerisindeki 200 lirayı gördü ve
“Tabii efendim memnun olarak ayrılacağınıza inanıyorum” dedi.
Ebru bu hareketi görmüş ve kıs kıs gülüyordu.
Mert,
“Ebru sen Nasrettin Hoca'nın hikâyesini biliyor musun?
Hani hamam hikâyesi var.”
Ebru,
“Yok bilmiyorum anlatsana” dedi.
“Nasrettin Hoca bir gün hamama gider...
Hamamdaki görevlilerin hiçbirisi, Nasrettin Hoca ile ilgilenmez.
Gayet kötü, eski peştamal verirler.
İçerde yıkanırken de pek ilgilenmezler.
Üstünkörü bir kese atarak bırakırlar.
Neyse, Nasrettin Hoca sessizce dışarıya çıkar ve görevlilere bir altın bahşiş verir.
Bir altın deyip geçme, yani bugün cumhuriyet altını nereden baksan çok lira.
Hamamdaki görevli personel bu bahşişi görünce, gözleri yerinden oynar.
Neyse, çıkar gider Hoca.
Aradan zaman geçer yine hamama gelir.
Bu sefer neredeyse kırmızı halı serecekler, öyle bir karşılarlar, öyle ihtimam gösterirler, hocayı içerde öyle
güzel yıkarlar ki, Hoca keyif olur.
Dışarıya çıktığında yine bir altın bahşiş vereceğini bekleyen insanlara, bu sefer 10 lira verir.
Derler ki,
"Hoca geçen sefer biz seni hiç tanımıyorduk, doğru dürüst ilgilenmediğimiz halde bir altın verdin.
Bugün neredeyse bütün hamam seninle ilgilendi, tutup 10 lira veriyorsun.
Bu nasıl iştir deyince...
Hoca cevap verir,
"O günkü verdiğim bir altın, bu günkü hizmetinizin ve bugün verdiğim bir lira da o geçen günkü ilgisizliğinizin
karşılığı der.
Ve gülerek dışarıya çıkar.”
Ebru, bu hikâyeyi dinlerken gerçekten gülüyordu. “Hakikaten bu hoca alem adam” dedi.
Mert, “İşte eskiler derler ki, bahşişi önceden verirsen adı rüşvet olur.
Sonradan verirsen adı bahşiş olur” ...
“Şimdi biz de önceden gösterdik rüşvet, sonradan da vereceğiz olacak bahşiş” dedi ve o da gülümsedi.
İş ile ilgili durumlardan ya da sıkıntılarından hiçbir şey konuşmadılar...
İkisi de rahatlamak ve deşarj olma ihtiyacı içindeydiler ki, bu yemek onlara çok iyi geldi.
Yemekten sonra Mert Ebru'yu Sinan Oba’nın alt kısmındaki sahile götürdü.
Orada kayalıklarda Ebru’nun parmak oynatarak hazırladığı minderlerle kayalıkların üstüne oturup ay ışığının denize vuruşunu izleyerek parmak çaylarını içtiler.
Uzun uzun sohbet ederek yakınlaştılar.
Sonrasında Mert Ebru'yu evine bıraktı.
Pencereden bakan Hasan Bey’e de hayırlı akşamlar Hasan Babacığım diyerek O da evine geçti.
Ebru yukarıya çıktığında Hasan Bey Ebru'ya sordu;
“Kızım bilmediğimiz bir şey mi var?
Mert bana neden babacığım dedi?”
Ebru tebessüm ederek,
“Baba sen de her şeyin arkasında bir niyet arıyorsun.
Biz bunu konuştuk, bundan sonra çok daha sık görüşmemiz gerekiyor.
Şey için dedim, bende anne yok, sende de baba yok...
Ben Sanem hanımı çok sevdim ve ona Sanem Anne diye seslenmek geliyor içimden, izin verir misin?” diye sordum.
O da sen nasıl öksüz büyüdüysen, ben de babaya hasret, yetim büyüdüm.
Hasan Amcaya Hasan Babacığım dememe izin verirsen, ben de anneme Sanem Anne demene izin veririm” dedi.
Bunu farklı bir yere çekmenin gereği yok babacığım.
Bu gayet doğal ve içten bir konuşmaydı.
Nasıl gerekiyorsa da öyle olsun bundan sonra.
Ha sen istemiyorsan, söylerim bir daha babacığım demez sana Hasan Bey."
Bunun üzerine Hasan Bey,
“Yok kızım Ben Mert oğlumu gerçekten sevdim.
Şimdi ben ona Mert oğlum diyorum, o da bana Hasan babacığım derse, bunda yanlış bir şey yok zaten.
Yoksa şimdi o da çıkıp, bana neden oğlum diyorsun, ben senin oğlun muyum diye sorsa, ben ne cevap vereceğim.
Evet, haklısın bir erkek evladım olsun hep istedim.
Sakın yanlış anlama...
Şimdi de Mert oğlum bana babacığım deyince, birden heyecanlanarak sana o nedenle öyle sordum.
Yoksa aslında bakma sen, çok hoşuma gitti” dedi.
Baba kız gülüştüler...
“Kızım bak taze çay var, yatmadan önce bir bardak iç, seversin sen çayı” dedi Hasan Bey.
Tebessümler içerisinde devam eden gecenin sonunda uykuya daldılar ve sabah oldu.
Güzel bir yemek sonrası vakitlice de yattıkları için, Ebru erkenden uyanmıştı.
Mutfağa giderken, kahvaltıya neler hazırlayacağını düşünüyordu...
Şöyle güzel bir sucuklu yumurta olsa, yanına da az kızarmış ekmek, yanına güzel bir acılı ezme, taze kaymak ve portakal reçeli, mis gibi de bir çay...
Ooh, babamı sabah sabah sevindirelim diye içinden geçirdi.
Bunları elinden geldiğince hazırlamak üzere mutfağa girdiğinde aklından geçen, düşündüğü ne varsa, hepsinin hazır bir vaziyette, masanın üzerinde olduğunu gördü.
Ooh unuttuk dileklerimizin gerçek olduğunu...
Ama aslında iyi de oldu.
Böylece unutabildiğimize göre, normal de yaşayabiliriz demektir.
Biraz daha dikkat edeceğiz, özellikle babamın yanında bu tür direkler olmamalı” diye içinden geçirdi.
Ve buna önlem almak üzere,
“Evde günlük hayatla ilgili, yani ev yaşantısı ile ilgili düşündüğüm şeylerin gerçekleşmesi için, düşüncenin
sonunda ‘Hadi bakalım’ demezsem bu dileklerim yerine gelmesin” dedi.
Gözlerini yumup başını sallayarak “bu önlem iyi oldu” diye düşündü.
Hasan Bey, mutfaktaki tıkırtıları duymuş ve Ebru'nun uyandığını anlayarak o da kalkmıştı.
- “Kızım çok erken kalkmışsın, acelen mi var” dedi.
- “Yok, babacığım akşam erken yattık ya, gece de güzel uyumuşum, sabah erkenden uyandım.
Uyandıktan sonra tembellik yapmak da bana göre değil bilirsin”.
Hasan Bey kahvaltı sofrasını görünce,
“Ooh ooh vay vay vay neler hazırlamışsın maşallah, hangi dağda kurt öldü” dedi tebessüm ederek.
“Yok, be babacığım işler biliyorsun biraz karıştı ve yoğun.
Sana pek vakit ayıramıyorum.
Akşam da yemekte seni yalnız bıraktım.
Bundan sonra da bazı akşamlar yalnız kalacaksın.
Hiç olmazsa şimdi sana şöyle bir rüşvet vererek, gönlünü alayım dedim” dedi muzip bir şekilde gülerek.
Hasan Bey,
“Sen işini bilirsin kızım, gönlün rahat olsun...
Ben senin çalışmandan gayet memnunum, benim yalnız kalmamdan da hiç endişelenme.
Sen evdeyken de zaten, iki satır gazete okuyup, iki televizyona bakıyoruz, ondan sonra da yatıyoruz. Yani çok da
sorun değil...
Yalnız mutlaka haber ver, yemeği hazırlayıp bekletme beni.”
Ebru,
“Tamam babacığım, yalnız haber veremeyeceğim durum olursa, yemek saatini yarım saat geçene kadar bekle en fazla...
Eğer gelemiyorsam bil ki arayamıyorumdur da. Bu tür durumlarda da hakkını helal et” dedi.
Kahvaltılarını ettikten sonra Ebru dışarıya çıktı.
Mert de sabah annesinin hazırladığı güzel böreklerden yemiş ve ona ısıttığı sütten içmiş, karnı tok bir vaziyette, O da dışarıya çıkmıştı.
Yalnız annesi birazcık laf dokundurmuştu ve kafası biraz onunla meşguldü.
“Oğlum bak yaşında 30'a geldi, artık kucağıma bir torun ver lütfen” demiş ve sonra da sanki önceki söylediği ile hiç alakasız konuşuyormuşçasına, “Ebru kızım da çok güzel bir kız, çok beğendim maşallah, Allah kısmetine bağışlasın” demişti.
Mert annesini iyi tanıyordu, bu konuşma annesinin Ebru'yu kendisine yakıştırdığını ve bu işi, hızlandırmasını istediğini işaret ediyordu.
Mert bu konuşmadan sonra sadece,
“Hayırlı günler anneciğim” demişti.
Çünkü bu konuşmanın üzerine yapılacak her türlü konuşma, onun aleyhinde olacaktı.
Ebru, Mert'e telefon açtı ve
“Mert şimdi yeni iş yeri, Büyükçekmece Gölü'nün diğer tarafında bulunan üniversite yerleşkesine yakın bir noktada.
Ben arabayla çıkayım sana geleyim, seni alayım devam edeyim ya da benim arabayı orada bir yere bırakalım ve senin
arabayla devam edelim fark etmez.
Ama aynı bölgeye aynı zamanda da döneceğimize göre, iki arabayla gitmeye gerek yok oraya, haksız mıyım?” dedi.
Mert de
“Doğru düşünmüşsün, tamam ben arabamı hiç yerinden çıkartamıyorum, sen gel al beni, ben yolun üstüne çıkıyorum.
Gülerek, beni tanıman için de yakama pembe bir karanfil takacağım” dedi.
Ebru,
“Pek neşeliyiz bu sabah bakıyorum, daha karşılaşmadan esprileri patlatmaya başladın, Allah sonumuzu hayır etsin”
diyerek, O da Espriye espri ile karşılık verdi.
Ebru yol üstünden Mert'i alarak, yeni işyeri olarak gösterilen binanın olduğu yere gittiler.