MANA 1.Kitap 15.Kısım

...

MANA 1.Kitap 15.Kısım

Onların gelmelerinde bir mahsur varsa, güvenlik personeli sizi bilgilendirirler.
Zaten onlar uygun görürlerse hiçbir mahsur yoktur, istediğiniz kadar misafir ağırlayabilirsiniz.
Misafirleriniz bu kadar çok odanın, bu kadar çok insanın sorusunu sorarlarsa, bunun bir hayır işi olduğunu, böyle arzu ettiğinizi, ardından pek fazla soruyu getirmeyecek şekilde ve çok fazla detaya inmeden söyleyerek geçiştirirsiniz.

Dediğim gibi çamaşırla, bulaşıkla, yemekle uğraşmayacaksınız.
Siz bu evin annesi ve babasısınız.
Gelecek misafirlerimizin de annesi ve babasısınız.
Kendi Anneleri ve babaları olsa dahi, siz onların büyükanne ve büyükbabalarısınız.

Bu sözlerimi onlardan saygı bekleyin diye yapmıyorum.
Gelecek olanlar belki psikolojik olarak çok yıpranmış olacağından, sizi saymak şöyle dursun size sövecek belki de.
Ama siz bu durumda dahi, duruşunuzu korumalısınız ve annelik babalık yapmalısınız onlara.
Sizden çok şey bekliyorum ama dünya artık eski dünya değil ve mecburuz kusura bakmasın kimse.
Dediğim gibi yemek her zaman yenebilir.
Herhangi bir saat kısıtlaması yok.
Zaten periler sorumlu o işten ve hallederler.
Herkesin istediği an canının çektiğini yiyebileceği şekilde açık büfe olarak her şey mevcut.
Ben annemi tanıyorum bir süre sonra, O sarı oğlan çok az yiyor, o delikanlı abur cuburdan başka bir şey yemiyor demeye başlar.
Siz bunları hiç düşünmeyin sakın ola ki...

Onların bu mutlu halleri, Ebru ve Mert'in çok hoşuna gidiyordu.
İlk başlarda Ebru çok korkmuştu.
Akşam onlara gerçekleri anlatırken üzülmelerine, Ebru onlardan daha çok üzülmüştü.
Fakat neyse ki çok şükür, her şey şu an için tatlıya bağlanmıştı.
Ebru mutfaktan bir tepsi ile geldi.
Tepside nefis bir su böreği, kuru pastalar ve tam anlamıyla tiryaki usulü demlenmiş çay vardı.
Pasta ve börek ile çaylarını içtiler.
Güzel sohbetler oldu...

Terasın kenarına yürüyerek, ayın göle vurarak çıkardığı renk ahengini seyrettiler.
Muhteşem yakamozlar eşliğinde mis gibi çiçek kokularını içlerini çektiler.
Fakat tüm bunları yaparken, çok ciddi sorunlar, büyük sıkıntılar ve endişe verici olaylar zincirinin başlamadan önceki son anları olduğunu farkında olarak, güzel bir uyku çekmek üzere odalarına dağıldılar.

Herkesin odası, sahibinin tam olarak hoşlanacağı tarzda döşenmiş ve hiçbir eksiği yoktu.
Güzel bir uyku çektiler.

Sabah olduğunda o temiz hava eşliğinde erkenden uyandılar.
Mutfağa geçtiklerinde kahvaltı masasının hazır, çayın demlenmiş olduğunu gördüler.
Herkes arzu ettiği şeylerden yiyip içtikten sonra,

Mert,
“anneciğim, şu an başka hiç kimse yok binada. Buralar size emanet...

Size emanet diyorum gerçi ama pericikler gereken her şeyi yapıyorlar.
Güvenlik de onlara ait.
Biz şimdi işyerimize geçiyoruz, siz istirahatinize bakın.
Henüz misafir yok binada ve gelenden sizi haberdar ederiz.
Önümüzdeki günlerde ev sahibi olarak epeyce yorulacaksınız.
Pek çok kişinin derdini dinlemek zorunda kalacaksınız.
O nedenle, bu gününüzün kıymetini bilin ve güzel güzel istirahat edin inşallah.

Akşama görüşmek üzere diyelim ve biz işyerimize geçiyoruz...

Ebru, şu mutfağın köşesine iş yerimize açılan, bir geçit kapısı ayarla sana zahmet.
Buradan direkt ofisteki odamıza geçersek ve akşam da oradan yine, tekrar buraya dönersek süper olur.
Sokaklarda arabalarla, yollarla uğraşmak vakit alır, bunu tembellik olarak görmeyelim.
Bizim arabaları falan da emanete alsınlar ki daha onlara binebileceğimizi sanmıyorum.
Sihirli kapıyı pratik bir hareket olarak görüyorum.
“Uygun mu senin için” diye Ebru’ya sordu Mert.

Ebru da
“Evet gayet uygun, böyle olması daha iyi.
Yollarda orada burada zaman kaybetmemiş oluruz.
Ayrıca bu kapıya bir de özellik ekliyorum biz özel bir yere gitmek istersek bu kapı o yere de açılacak.

Ne yapacaksak buradan yaparız.
Bir yere gideceksek de buradan gideriz.
“Tamam, ben ayarlıyorum” dedi ve köşe kısma kimsenin göremeyeceği bir kapı yaptı.
Ofise gidecekleri zaman kapı ortaya çıkıyor ve sadece onlar görebiliyorlardı.

Ofise geçtiklerinde Mert, masasının üzerinde bir not gördü.

Asaf Hoca,
“geldiğinizde gölge oralarda ise onu da alın ve vakit kaybetmeden toplantı odasına gelin, biz toplantıya bir ön konuşma şeklinde başladık ve sizi bekliyoruz” yazmıştı.

Mert Ebru'ya notu gösterdi ve daha sonra akvaryum tarafına bakarak,
“Armağan buralarda isen çık ortaya, seninle birlikte toplantıya katılacağız” dedi.
Tam tahmin ettiği gibi, Armağan akvaryumun gölgesinde idi.

Armağan,
“Peki” dedi ve bunun üzerine, toplantı odasına geçtiler.

Toplantı odasında Asaf Hoca ile birlikte Müsteşar Bey ve yardımcıları da bulunuyordu.
Kısa bir tanışma faslından sonra Müsteşar Bey, “Ben misafir gibi davranmak istiyorum, ne de olsa sizin bölgenizdeyiz.
Toplantıyı Asaf Hoca yönetsin ve kararları birlikte alalım” dedi.

Konu kısaca özetlendikten sonra Asaf Hoca, “Olaylar düşündüğümüzden daha vahimmiş.
Şimdi bizimkiler Mert, Ebru ve onların yanında pek çok şeye şahit olmuş bir misafirimiz de var ki, onun adı da Armağan.
Siz şu anda armağanı göremiyorsunuz.
Çünkü gövdesi yok, sadece gölgesi burada.
Armağan gölgeni gösterir misin?” dedi Asaf Hoca.

Armağan esprili bir şekilde toplantı odasındaki herkese, “merhaba ben buradayım, pencerenin karşısındaki duvara bakın” dedi.

Mert, bu olayı daha önceden duymamış olanların, yüz ifadelerine baktı.
Yüz ifadeleri hayretler içerisinde ve gözleri açılmış vaziyetteydi.

Hele Müsteşar yardımcısı Zeynep Hanım, çok hoş ve tatlı bir kadıncağızdı.
Kırk yaşlarında bir hanımefendi idi.
Çok komik bir şekilde yüz ifadesi takınmış, şaşkınlığını gizlemeye çalışırken bu hale düşmüştü.

Mert Zeynep hanıma seslenerek,
“Hanımefendi, duvardaki gölge sebebiyle yüzünüzde bu ifade oluştuysa, biraz sonra anlatacaklarımızdan sonra sizinle işimiz var, yandık” dedi ve gülümsedi.

Bu cümle üzerine masadakilerin hayretleri, biraz dindi ve kendilerine geldiler.

Evet,
“Şimdi misafirlerimize içecek ikram edelim” dedi Asaf Hoca Ebru'ya bakarak...

Ebru kendisine atılan pası görmüştü ve hafiften gözlerini yumarak parmaklarını kıpırdattı.
Havada Birtakım bardaklar ve kupalar beliriverdi.

Herkesin hoşlandığı içecek, havada uçarak önüne geldi ve kondular.
Kimisi kahve seviyordu, kimisi çay, kimisi daha başka içecekler.
Herkesin de içmeyi en sevdiği içecek önündeydi.

“Kızım elini korkak alıştırma, kuru pasta, börek, çörek de ikram et misafirlerimize” dedi Asaf Hoca.

Ebru tebessüm ederek, yine parmaklarını kıpırdattı ve herkesin sevdiği atıştırmalıkların olduğu tabaklar, önlerine indi.

Asaf Hoca bunun üzerine,
“Özür dilerim, kasıtlı şov yapıyorum.
Sadece bugünden sonra, bugünden önce ile kıyaslanmayacak artık.
Bunu anlamanız için bu şekilde davrandım...

Yani bu işin bir de bir adı var.
Milattan önce milattan sonra olduğu gibi, laboratuvardaki patlamadan önce ve laboratuvardaki patlamadan sonra olarak nitelendirebileceğimiz, bir milat çizelgesi oluştu.
Patlama öncesi, patlama sonrası diyeceğiz bahsederken.

Şunu da belirtmem gerekiyor ki, biraz sonra gölge Armağan’ın size vereceği bilgiler çerçevesinde bu miladın bizim miladımız olduğu, aslında dünyada bu miladın başlangıç noktasının, çok daha öncelere dayandığı tarafımızdan görüldü.

Evet, Armağan gölge olarak, güneşin ya da kuvvetli ışığın olduğu her yerde dolaşabiliyor.
Gölge oluşabilen her yere, girip çıkabiliyor.
Sadece gölgenin oluşamadığı akşam vakitlerinde gece vakitlerinde ya da benzer durumlarda vücuduna kavuşabiliyor.
Kendisini göstermek zorunda da değil.
İstediği yerdeki bir bardağın gölgesine saklanabiliyor.
Bu özelliğinden faydalanarak, dünyanın pek çok yerini dolaşmış ve kendisine benzeyen...

Ha bakın şimdi burada bir deyim kullanacağım. Dünyada buna Mutant dediler.
Filmlerde dizilerde Mutant kelimesine alıştırdılar.
Fakat Mutant insanlıktan çıkmış demek.
Oysaki Armağan’ın hassas olduğu bir konu var ki bence de doğru...

Armağan bunun üzerine sözü alarak,
“Evet, biz insanlıktan çıkmış kelimesi olan Mutant yerine, insanlığını koruma gayretinde olan ve insanlık yönü ağır basan bir deyim olan, “insani varlık” deyimini kullanıyoruz.
Ve sizden de böyle söylemenizi rica ediyorum.
Yani bana mutant Armağan derseniz küserim.
Fakat insani bir varlık olan Armağan derseniz, bundan onur duyarım.
Bu çizgiyi çizdikten sonra, size biraz duymak istediklerinizden bahsedeyim.”

“Şimdi Amerika'da bu işi, kötü niyetle kullanmaya çalışan bir General ve yardımcısı bir Binbaşı var.
Amerikalı General Curtis ile yardımcısı Binbaşı Steve.

Bunların aslında özlerinde kötü olmayan, fakat kötü yönlendirme ile kötülük yapmaya zorlanan, iki tane nasıl söyleyeyim onlara insani varlık değil de mutant demek istiyorum...
Çünkü davranışları insanlık dışı olan iki tane mutant’ları var.
Bunlardan bir tanesi Yahudi kökenli Daniella.
Bu metalleri hareket ettirebiliyor şekillerini değiştirebiliyor ve bir silah gibi kullanabiliyor.

Onun haricinde bir de yine Amerikalı Michael var.
Şimdi bunun durumu bizim için daha tehlikeli.
Bir sis bulutu oluşturuyor.
500 metre, 600 metre, 1 kilometre...
Sisin bu civarda bir çapı oluyor.
Bu oluşturulan sis bulutunun içerisinde kalan ne kadar canlı varsa, beş duyu organını dakikalarca kaybediyor.
Yani kaybediyor derken; koku alamıyor, göremiyor, duyamıyor, dokunarak hissedemiyor, tat alamıyor gibi beş duyu organından bahsediyoruz.

Bunlar bahsini ettiğim gibi, insani varlık olması paletinden çıkıp, karanlık tarafa, Mutant tarafa kaydırılmış kimseler.

Şimdi buraya kadarı zaten ürkütücü fakat asıl sıkıntılı bir durum var ki, onu söyleyeyim...

Bu deneyleri de ne zaman yapmaya başladıklarını bilmiyorum fakat halen devam ediyorlar.
Kimsesiz köprü altı insanları dediğimiz insanlardan ve Birtakım askerlerden oluşan gruplar üzerinde testler ve deneyler yapıyorlar.

Sonuçta da ilerleme kaydetmeye uygun olmayanları, öldürüp çöp gibi atıyorlar.
Yani insaf ve merhametten bahsetmek, mümkün değil.
Oradaki iş tamamen maddi çıkarlar üzerine kurgulanmış.

Mert bu noktada sözü alarak,
“Şimdi ben sizin daha iyi aydınlanmak için laboratuvar patlamasının öncesini ve sonrasını size aktarmak istiyorum.
Bunu rapor halinde göremeyebilirsiniz.
Asaf hocam bunların ve bazı şeylerin, henüz kâğıda dökülmemesi gerektiği konusunda hassas.
Bu noktada haklı da...

Çünkü kimin ne olduğu, ortaya çıkana kadar bilinmiyor.
Ve içimizde her zaman hainlerin olacağının bilincinde olarak hareket etmemiz gerekmekte.

Bu kadar hassas konuları kâğıda döküp de henüz görmemesi gereken kişilerin görmesine sebep olmayalım.

Olay şu;
“Dünyaya bir göktaşı düştü.
Tokat'ın Perşembe yaylasına düştü bu göktaşı. Diyeceksiniz ki, bu göktaşı dünyaya düşen ilk göktaşı mı?
İşte benim endişem de zaten tam bu noktada.
Bu göktaşı, dünyaya düşen ilk göktaşı değil.
Fakat öncekilerden bu göktaşının ayrıldığı bir nokta var ki o da
Bu göktaşının içerisinde uzaylı DNA’sı var.”

MANA 1.Kitap 16.Kısım için tıkla..

...

...