MANA 1.Kitap 47.Kısım
MANA 1.Kitap 47.Kısım
Böyle bir alana bu insanları çekerek, biz kendimizi bunlara karşı savunmaya başlamışken sizin oraya, Periler vasıtası ile derhal intikal etmeniz gerekecek.
Bu intikal sonrasında da bahçe sakinlerinin hemen savunmaya geçebilmeleri gerekecek...
Hem de onlara şunu telkin edin ki, en iyi savunma saldırıdır.
Zaten askerliğini yapmış olanlar bunu bilirler.
Askerlikle ilgili film seyredenler de bunu bilirler.
Bilmeyenlerin kafasına da sizin sokmanın gerekecek.
Neticede savunma yaparken, bir yandan da en iyi savunma saldırıdır noktasından hareket ederek, gerekli saldırıyı yapıp, duruma göre ya onların püskürtmemiz ve mümkünse bir yenilgiye uğramamız ve de yine mümkünse ellerinde kullandıkları o mutantları kontrol altına alıp, kontrollerinin onlardan çıkmasını sağlamamız gerekiyor...
Ben çok net anlattım zannediyorum.
Sen de zaten, leb demeden leblebiyi anlayan bir abisisin.
En nihayetinde durum bu...
Yalnız sana bahsetmediğimiz bir şey kaldı.
Ondan da bahsetmek istiyorum ve bir daha da bu ve bunun gibi konularla ilgili aramızda dahi bir konuşma olmayacağı gibi, şu anki konuşmanın da buradaki dört kişinin dışında bir beşinci kişi tarafından bilinmemesi gerekiyor.
Abi aramızda casus ya da casuslar olması muhtemel...
Bunu herhangi bir bilgi ve delile dayalı olarak söylemiyorum.
İşin doğası gereği, böyle olabileceğini düşündüğüm için söylüyorum.
Biz tedbir olarak böyleymiş gibi hareket etmek zorundayız.
O nedenle eğer böyle, bir iki kişi varsa içimizde...
Karşı tarafa savunma teknikleri geliştirdiğimiz ve Bahçe’yi savunacağımızı söyleyecektir.
Dolayısıyla Ebru ve benim dışarıda bulunmamız, onlara karşı bir hazırlığın bir parçası değil, tamamen doğal
gözükecektir.
Sizin buradaki yapmış olduğunuz hazırlıkları oraya taşındığımız an, onlar bozguna uğrayacaktır.
İşte bu casus durumlarına karşı, tedbirli olmak maksadıyla, şu an burada konuştuklarımız beşinci bir kişiye
aksetmemeli...
Evet, içeridekiler diyordur,
“Mert Bey gene 20 dakikada bir cümle konuştu” diye...
İçeriye girelim arkamızdan daha fazla konuşmasınlar” dedi ve güldü.
İçeri girdiklerinde herkesin konu dâhilinde konuştuğunu gördüler.
Bu çizgide insanların motive olmuş olması, Mert'in hoşuna gitmişti.
Sacit Bey ile yaptıkları konuşma sonrası, olaylara direkt müdahale etmemesi gerekiyordu.
Arkadaşlar bir şey söylemem gerekiyor...
Korkmayın cümle kurmayacağım.
Şimdi siz bu planları yapacaksınız fakat bazı planları tatbiki olarak uygulamanız gerekiyor ki yerine otursun ve
diğer kişiler tarafından da anlaşılsın.
Bunu şimdi bahçenin avlusunda yaparsanız yeri göğü yıkarsınız.
O nedenle Safinaz’dan rica edeceğiz, bize bir sanal gerçeklik konsepti hazırlayacak.
Boş bir alanda sizlerin yaptığınız planları, güçlerinizle ortaya koymanız ve göstermeni sağlanacak.
Yaptığınız planı sanal gerçeklik ortamında tüm gücünüzle uygulayacaksınız.
Böylece siz ya da yanınızdaki kişiler zarar görmeyeceği gibi, Gerçekte de yıkılan dökülen bir şey olmayacak.
Söyleyeceklerim bundan ibaret, Safinaz’cım beni duydun, senden rica ediyorum, bi zahmet” dedi.
Safinaz gereken ortamı hazırlamıştı...
Sacit Bey başkanlığında kurulan ekipler çok güzel ve koordineli bir şekilde çalışıyorlardı.
Takip eden birkaç gün plan yapmak, onu sanal gerçeklik ortamında uygulamaya koymak, uygulama esnasında aksayan
noktaları tekrar planları üzerinde değiştirerek mükemmeli arayış çerçevesinde geçti.
Bu esnada Mert ve Ebru durumu uzaktan seyrediyorlardı.
Bahçe sakinlerinin hiçbir eksiği yoktu.
Tabiri caizse, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı.
Her türlü hobisel ihtiyaçlarını ve zevklerini de rahatça karşılayabiliyorlardı.
Bazen bilardo oynuyorlardı.
Bazen basketbol, bazen voleybol, bazen bilgisayar oyunlarında birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Fakat asıl tadını aldıkları mücadele, güçleriyle sanal gerçeklik ortamında verdikleri mücadeleye idi.
Güçlerinin ve birlikte çalışarak bu güçleri katbekat daha güçlü hale getirmenin zevkini almışlar ve bu noktaya
yoğunlaşmışlardı.
Geçen günlerin sonucunda Sacit Bey,
“her şeyin dört dörtlük rayına oturduğunu, kimin ne zaman rüzgâr estireceğini, kimin ne zaman ortamı
donduracağını, kimin ne zaman yakıp yıkacağını, kimin ne zaman neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini, herkesin çok
iyi anladığını belirterek, her türlü senaryo için hazır durumdayız” dedi.
Mert bunun üzerine,
“Evet şimdi her şey hazır ise, Birtakım yeni istihbaratlar edinerek, sonraki hamlemizi planlamanın zamanı geldi”
dedi.
“Armağan’dan biraz daha istihbarat edinmesini istesek fena olmaz, Armağan’ı gören var mı” diye sordu.
Kimse görmemişti armağanı...
Mert, en son yenilerin geldiği günün ertesi sabahında Orhan ile konuştuğunu gördüğünü hatırladı.
Orhan'a giderek,
“Orhan armağanı gördün mü” diye sordu.
Fakat Orhan,
“Birkaç gündür hiç görmedim” dedi.
Mert meraklanmaya başlamıştı.
Elindeki bardağa kaşığı ile birkaç kere vurarak, sessizlik oluşmasını sağladıktan sonra,
“Arkadaşlar Armağan arkadaşımız kimse tarafından birkaç gündür görülmemiş, onun hakkında herhangi bir şey bilen
var mı?
Herkes işe güce daldı birbirimizi unuttuk...
Gerçi bu ortamda başına ne gelmiş olabilir ki...
Safinaz, bir odasına ve çevreye şöyle bir baktırır mısın” dedi.
Safinaz,
“Siz onu bulamayınca, ben bu dediklerinizi çoktan yaptım.
Bahçe sınırları içinde değil Armağan” dedi.
Nusret Bey yanlarına gelerek,
“Ben tam olarak durumu idrak edemesem de durum hakkında Birtakım parça parça bilgilere sahibim.
Bu parçaları size söylersem, siz belki sizdekilerle birleştirerek bir sorunca varabilirsiniz” dedi.
Sinema salonunda toplantı yaptığımız gün, hani kahvaltıdan sonra Orhan'la Armağan’ı konuşurken gördüğünüz gün...
O gün siz bir cümle tavsiyede bulunacağım diyerek Sacit Bey’i alıp, Ebru ve Zeynep Hanım ile birlikte dışarıya çıktınız ya, avluya...
İşte o gün Armağan’ın görünürlükten görünmez durma geçtiğini sezdim...
Sezdim diyorum çünkü düşünceleri bildiğiniz üzere hissedebiliyorum.
Fakat durumu yadırgamadım...
Çünkü Armağan gerçekte bir gölge idi...
Her ne kadar onu görünür olarak görsek de zaman zaman görünürlüğünü kaybedip gölgeye dönüşebileceğini düşünerek
üstünde durmadım.
Daha sonra salonda bir telefon sinyali hissettim.
Birisi birisine bir şeyler söylüyordu...
Yani çok yeniydik burada...
Geleli on sekiz saat olmuştu en çok...
Burada telefon kullanıyor mu, dışarısı aranıyor mu, kim kiminle konuşabiliyor...
Bu konuda herhangi bir tedbir ve yasak var mıdır?
Bu soruları cevaplarını bilmediğim için, o konuda da herhangi bir düşünceye varamadım.
Fakat şimdi düşününce, o zamanki konuşmayı size aktarabilirim...
Birisi, birisine rapor veriyordu.
Bu konuşup rapor veren kişinin Armağan olduğunu zannediyorum sesinden.
Düşünce ile ses birbirine karışınca, netlik biraz kayboluyor.
O nedenle zannediyorum diyorum.
“Efendim, yeni şeyler öğrendim, sizinle acil görüşmem gerekiyor” diyordu.
Tabii bu konuşmayı kim, kiminle, niçin yapar?
Yani sizden birisi de yukarıdan birisine bilgiyi aktarmak zorundadır...
Görevli kişinin rapor verme zamanıdır, rapor veriyordur.
Yani kimin neyi ne zaman ve ne nedenle yaptığına henüz vâkıf olamadığımızdan, bu konuda herhangi bir şüphe
duymadım.
Konuşma dediğim şekilde başlıyordu ve şöyle devam etti.
“Size ileteceğim yeni ve önemli durumlar çerçevesinde sonrasında benim tekrar buraya dönmem gerekiyor.
Çünkü burada çok önemli çalışmalar var ve katılmam gerekiyor.
Daha sonrasında yine size bilgi verir, konuyla ilgili detayları, edineceğim kapsamlı yeni bilgiler çerçevesinde
konuşabiliriz” dedi.
Burada da anormal bir durum yoktu.
Hakikaten burada çok önemli şeyler yapılıyordu.
Savunma planları, senaryoları, o senaryoların tatbikatları, şunlar, bunlar...
Yani insan öyle hissediyor ki, karşı tarafa çok kısa bir süre kendisiyle görüşebileceğini, o anki durumu itibariyle daha sonra bu tatbikatlara vesaire katılmak üzere, buradaki görevini aksatmayacak şekilde dönmesi gerektiğini söylüyormuş gibi geliyor insana...
Daha sonrasında yani birkaç saat öncesine kadar, Armağanın gövdesini değil fakat zihnini burada hissediyordum.
Ekstra bir konuşması, telefon görüşmesi, vesaire olmadı.
Hep buralardaydı...
Fakat şu son birkaç saattir onun varlığını hissedemiyorum.
Mert,
“Nusret Bey, sizin söylediklerinizi can kulağıyla dinledim.
Bendeki parçalarla birleştirdim.
İzniniz olursa bunu Zeynep Hanım ve Ebru ile istişare edeceğim.
Kimse dağılmasın, daha sonrasında muhtemelen konuyla ilgili bir açıklamada bulunmak zorunda kalacağım.
Bu arada Armağan’ın kesinlikle Bahçe’ye girmemesi gerekiyor.
Girdiğine dair bir his yakalarsanız hemen bize bildirin” dedi.
Mert, Ebru ve Zeynep hanımla birlikte, Sacit Bey’i de alarak avluya çıktı.
“Of of of, korktuğumuz başımıza geldi.
Casus dedik, masus dedik, o dedik, bu dedik, şu dedik...
Çıka çıka casus Armağan çıktı.
Konuştuğu kişi muhtemelen Amerikalı General...
Onlarda biliyorsunuz askeriye sistemde komutanım değil, bizdeki deniz kuvvetlerindeki gibi Efendim diye hitap
ediliyor üstlerine.
Armağan, demek ki en başından beri onlar tarafından içimize sokuldu.
Bizimle ilgili raporlar veriyordu.
En son biz casusu Sacit Bey’e anlatırken, aslında saldırı yapacağız savunmaya saldırı üzerine kurun derken, demek
ki bizi dinledi.
Bu kritik bilgiyi nakletmek üzere, General ile konuşarak onunla buluştu.
Daha sonra da savunma planlarınızın detaylarını öğrenip, yine rapor edebilmek için buraya döndü.
Birkaç saat önce planlarının hepsi tamamlandığında bunları iletmek üzere tamamen ortalıktan kayboldu.
Ebru şok geçiriyordu...
Ağzından sadece,
“E be be be” diye bir ifade çıktı.
Sonrasında hiçbir şey konuşmadan ağlamaya başladı.
Fakat öyle böyle bir ağlama değil, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Mert onu sakinleştirici hiçbir şey söylemeden, kendisine doğru çekti ve başını göğsüne yaslayarak ağlamasını tamamlaması bekledi.
Ebru bir süre ağladıktan sonra kendisine geldi, “Her şey boşa mı gitti şimdi...
Bütün bu çalışmalar, yaptığımız her şey boşa mı gitti” dedi.
Mert,
“Hayır Ebru boşa giden hiçbir şey yok.
Her şey istediğimiz gibi...
Biz ne istedik?
İnsanların başlarına gelebilecek hadiselere karşı, bir savunma içerisinde olacak şekilde hazırlıklı olmalarını
istedik.
Bunun için Birtakım savunma planları, senaryolar hazırlamalarını ve bu planlar çerçevesinde hazırlanan senaryoları uygulamalarını, gerçekleştirmelerini istedik...
Her isteğimiz de mükemmel bir şekilde yerine geldi. Bu durumda kaybımız ne?
Birincisi, kardeşimiz, arkadaşımız dediğimiz Armağan’ı kaybettik.
İkincisi, onları gafil avlayacağımız bir ani baskın ve saldırı planlıyorduk, bu artık bilindiğine göre sadece
onları gafil avlayamayacağız.
Yani bu gafil avlayamama dışında değişen hiçbir şey yok.
Bir de biz, onların hiçbir şeyden haberleri olmadığını düşünüyorduk.
Şu an kaç kişi olduklarımızı, herkesin gücünün ne olduğunu, kimin estirdiğini, kimin yağdırdığı, kimin
dondurduğunu, kimin yaktırdığını, bunları öğrenmiş oldular.
Evet, bu ciddi bir istihbarat kaybı...
Fakat bir yerde de bu “pozitif kara propaganda” ‘dır.
Zeynep Abla bilir, soğuk savaş yıllarında Kara Propaganda denilen bir Propaganda çeşidi vardı.
Mesela İsrail, kendisinin çok kötü olduğunu, vahşi olduğunu, acımasız olduğunu, katliamlar yaptığını kendisi
yayardı.
Sanki bunları kendisi söylemiyormuş da başka birisi söylüyormuş gibi de söyleyenle mücadele eder yalanlardı.