MANA 1.Kitap 43.Kısım
MANA 1.Kitap 43.Kısım
Mert,
“Evet işte ben de aynen bunu diyorum Zeynep ablacığım.
Şimdilik bu durum üçümüzün arasında kalsın.
Dördüncü bir kişiye bahsetmeyelim” dedi.
Toplantı konusunda da düşündüğüm şey şu...
Size açayım ve fikirlerinizi alayım.
Bir kere bulmamız gereken üç kişi var.
Bunu hepimiz biliyoruz, farkındayız ve önceliğimiz bu...
Diğer bir durum ise ki burası önemli...
O üç kişiyi bulmadan önce veya bulduktan sonra ya da onları arayışımız esnasında herhangi bir saldırı durumuna karşı savunma senaryoları hazırlamalarını isteyeceğim arkadaşlardan.
Bu Savunma senaryolarını hazırlayacak bir grup oluşturacağız.
Bu grubun başında da Sacit abi olsun diye düşünüyorum.
Birden fazla ve değişik durumları içeren, savunma senaryoları istiyorum.
Oluşacak grup ve yan gruplar detaylar için çalışacak.
Sinema salonunda yapacağımız toplantıda herkesin katılımıyla, hep birlikte savunma senaryoları üretelim ve daha sonra bunlardan uygun olanları, Sacit abi ve grubu detaylandırsın.
Fakat sadece yine ikinize söylüyorum...
Safinaz da burada ve bu söyleyeceğimi burada olanlar dışında kimse bilmeyecek.
İçeride savunma senaryoları hazırlanacağız ve gerçekten de herhangi bir saldırı ile karşı karşıya kalırsak, o savunma senaryolarından faydalanacağız.
Belki birebir o savunma mekanizmalarını kullanmayacağız ama bu savunma mekanizmalarını hazırlamak bile neticede bir tatbikat...
İnsanların farklı durumlar karşısında nasıl davranmaları gerektiğini, onlara öğretmiş olacağız. En büyük kazancımız da bu olacak.
Şimdi sadece size söyleyeceğim kısma geliyorum...
Savunma senaryoları hazırlayacağız fakat saldırıyı biz yapacağız...
Burada oturup, onların saldırmalarını beklemeyi düşünmüyorum.
Dışarıya haber uçuran olma ihtimaline karşı, düşmanımızda burada savunma yapacağımız kanaatini oluşturmak
istiyorum...
Fakat dediğim gibi kafamda bir plan var ve detayları daha sonra sizinle olgunlaştırırız.
Ortamını bizim hazırlayacağımız bir yerde bu savaşı bizim başlatmanız gerektiğini düşünüyorum ve bu noktada da kararlıyım.
Bizim insanlarımızın ya da Yurdum insanlarının zarar görmeyeceği bir ortamda bu ucubelerle karşılaşmak gerektiğini düşünüyorum.
Dediğim gibi, savunma mekanizmalarına çalışalım, tatbikatını da yapalım ve her şeye hazırlıklı olalım.
Allah göstermesin, biz ne kadar plan yaparsak yapalım, tak diye saldırıya uğrayabiliriz biraz sonra...
Bunun için insanlar, önceden ne ile karşılaşabileceklerini senaryolarda görüp, bu tür karşılaşabilecekleri durumlarda neler yapmaları gerektiğini ya da neleri yapmamaları gerektiğini kendi kafalarında kursunlar.
Hem kendi kafalarında kursunlar hem de kafalarında kurduklarının ortak plan içerisinde doğru olup olmadığını da tartsınlar.
Sonrası için çok iyi organize olmamız lazım.
Biz bir şekilde bir şey yapmak için, bir yere gidiyormuş gibi hareket ederek, gerçekten bir yere gideceğiz...
Bu esnada bizim oraya savunmasız bir şekilde gittiğimizi zannettirerek, onları bize saldırmaya teşvik edeceğiz.
Ancak hepimiz tamamıyla olaya adapte olmuş ve uyanık olacağız.
Bize saldırının başlaması anından itibaren, planlayıp organize ettiğimiz savunma senaryolarını çalışmış insanlarımızı, bizim olduğumuz yere taşıyacağız ve herkes orada savunma pozisyonu alacak.
Bu nakil esnasında da herkesin ne yapması gerektiği ve neleri yapmaması gerektiği, onlara yazılı ve sözlü olarak bildirilecek.
Ava giden avlanır olayını yaşatmamız gerekiyor gelenlere...
Bize saldırdıklarını sanacaklar...
Hâlbuki eski Türk Hilal tekniğinin pençesine düşecekler.
Eski Türklerde Hilal tekniği denilen bir teknik var.
Düşmana karşı bozguna uğramış kaçıyor gibi görünürler.
Düşman onları kovalarken kaçanlar kanatlara doğru yayılarak aynen bir hilal oluştururlar.
Daha sonra kaçanların liderleri durur.
Hilal bir çembere dönüşür ve ortada kısılıp kalan düşman imha edilir...
Bu teknik Türklere, Allah tarafından hediye edilen bir tekniktir.
Tarih boyunca pek çok defa, pek çok yerde bu taktiği uygulamış bizimkiler.
Enteresandır ki, her seferinde de başarılı olmuşlar...
Şimdi de biz uygulayacağız.
Tabii ki, atalarımıza karşı mahcup olmamamız gerekiyor.
Ne yapıp edip, biz de başarılı olmak zorundayız...
Çünkü herhangi bir başarısızlık karşısında kaybedeceğimiz şey, eskilerin kaybedeceği gibi topraktan ibaret değil.
Ya da esaret ile biten bir son da yok.
Hem toprağımızı kaybederiz hem insanlarımızı kaybederiz hem de insanlığımızı kaybederiz...
Sadece bununla da kalmaz, binlerce yıldır bize bağrını açmış ve her şeyini karşılıksız bize veren, dünyamızı kaybederiz.
Böyle bir utancı ne yaşamak isterim ne de yaşatmak isterim...
Ebru’cum, Zeynep ablacığım, bu savaşta üstün gelmek ya da yenilmek gibi bir lüksümüz yok.
Sadece ve sadece kazanmak zorundayız.
Ve Allah'ın izniyle, duası makbul büyüklerimizin duası ile bize Allah tarafından bahşedilen say ve gayretlerimiz
ile inşallah bunu başaracağız.
Ebru,
“Mert lütfen sakin ol!
Bizi, dolduruşa getiriyorsun gibi bir his var içimde.
Cephede ölüme gönderilenlere yapılan konuşmayı yapıyorsun bize...
Biraz sonra kalkıp nara atarak, Bahçe’nin kapısından çıkabilirim” dedi kıkırdayarak.
Mert,
“Ebru düşündüğümü yaşamadan anlatamıyorum.
Size anlatırken ben de o hisleri içerisinde yoğruluyor ve sizin duyarken hissettiğiniz duyguların aynısını, ben de
anlatırken duyuyor ve hissediyorum.
Benim tarzımda bu ne yapayım...
Yaptığım yanlış için özür diliyorum sizden” dedi.
Ebru,
“Ya Mert ne özür dilemesi, ben sana kızmadım ki...
Neden özür diliyorsun bizden” deyince.
Mert bir kahkaha attı ve
“Ebru sen böyle oltaya gelince, hani böyle tekneyle okyanusu açılırlar da büyük balıklar tutarlar ya...
Öyle balıklar tutmuş kadar zevke geliyorum.
Sen ne güzel şeysin öyle...
Bu doğallığın için, sana teşekkür ediyorum” dedi.
Ebru,
“Mert Bey siz zevk alıyorsunuz fakat bu balığın ağzındaki oltanın acısı nolacak?
Sana söylüyorum bunu unutma, unutacaksan yaz bir kenara...
Beni her oltaya getirdiğinde sonrasında bunu telafi edecek şekilde bir davranış bekle sende benden...
Al bak ben cebimdeki deftere bir çizik attım.
Bir güzel hareket, bir tatlı olay ile bu çizgiyi, çentiği sildirmeni bekliyorum.
Bu çizgiler iki tane olduğunda çarpı olur ve üstüne bir çarpı arttırmış olursun kendinin, onu da unutma ve
biriktirme lütfen” dedi.
Mert,
“Ya Ebru gerçekten kırılmışsın bana...
Ben seni kırmak için söylemedim.
Sadece sana takılmaktan hoşlanıyorum.
Gerçekten seni kırdıysam özür dilerim.
Samimi bir şekilde özür diliyorum, lütfen kırılma bana” dedi.
Ebru bir kahkaha attı ve
“Hakikaten oltaya gelen balığı yakalamak zevkli imiş, ben de anladım bunu” dedi.
Zeynep Hanım,
“Öhö öhö” diye öksürük sesi çıkartarak kendisinin de orada olduğunu hatırlattı...
Çocuklar varlıklı insanlar olabilirsiniz, fakat azıcıkta fakirleri düşünün...
Siz burada cilveleşiyorsunuz ama biz ne yapacağız...
Sacit bana yıllardır en mükemmel şekilde bir eş ve koca olarak yanımda bulunduysa bile...
Ne zamandır şu sizin yaşadığınız cilveleşmeyi yaşamadık ve neredeyse unutmak üzereyiz bunları.
Gözümüzün içine soka soka, nispet yapıyormuş gibi cilveleşmeyin lütfen” dedi.
İkisinin de mahcubiyet içerisinde utanarak yüzlerinin düşmesini izledikten sonra...
“Evet, ben de bir oltada tek yemle iki balık birden yakaladım.
Böylece oltaya getirmece oyununun galibi sanırım ben oluyorum” dedi.
Herkeste tatlı bir tebessüm oluştu ve “Hadi bu moralle toplantıya geçelim” dedi Mert.
Siz düşüncelerimi ve gidişat çizgisini anladınız.
Konuştuğumuz gibi aynı çizgide devam edeceğiz.
Yalnız içeriye girmeden önce Safinaz'a bir şey hatırlatmak istiyorum.
Bunu sizin yanınızda hatırlatmak istiyorum ki, siz de bu duruma karşı tedbirli ve uyanık olun...
İçimizde bir casus var ise ve olur da bizim bunu anladığımızı hissederse…
Kendisini hedef olmaktan kurtarmak için, büyük bir ihtimalle Birtakım kumpaslar kuracaktır.
Masum birisini, başka birisini suçluymuş gibi gösterecek şekilde bir düzen hazırlayarak, iftiralar atacaktır.
Bunu da unutmamak gerekiyor.
Safinaz sen bu noktaya çok yakın kal.…
Sizlerde oltaya gelmeyin” dedi.
Sonrasında “hadi geçelim” diyerek içeri girdiler.
İçeriye girdiklerinde herkes sinema salonundaki yerini almıştı.
Özellikle yeni gelenler, neler konuşulacağını merakla bekliyorlardı.
Mert, Ebru ve Zeynep Hanım içeriye girdiğinde içerdekilerin aralarındaki konuşma sona erdi.
Sinema salonunu anlatmaya gerek yok.
Safinaz ve ekibi muhteşem bir eser çıkartmışlardı ortaya...
Her bir koltuk dörder kişilikti.
Muhteşem bir deri işçiliği ile özenle yapılmıştı.
Bu dörtlü koltuklar hilal zamanından birkaç gün sonraki bir Hilal’i andırıyordu. Bu dörtlü koltuklar, ikişer
ikişer dizilmiş olarak 3 blok halinde idi.
İki koltuk hem sahneye, hem de bir birine bakan epey genişçe bir V harfini andırıyorlardı.
İki dörtlük koltuğun arasında çok güzel tasarım ve dekorasyona sahip, diz hizasında sehpalar vardı.
Böylelikle bir sırada 24 kişi oturuyordu.
Bu şekilde arkaya doğru 5 sıra mevcuttu.
Sinema salonu 120 kişilik planlamıştı.
Şu an kişi sayısı 16+4 idi ve sadece en ön sıra doluydu.
Mert sahneye yerleştirilmiş olan kürsüye geçti.
Eliyle herkesi selamlayarak,
“Hoş geldiniz arkadaşlar, bugün burada konuşacağımız iki konu var...
Birincisi sizlerin ve bizim içinde bulunduğumuz durum.
Bu durumun nasıl olduğunu konuştuk, kendi aranızda da konuşarak daha da netleştirmişsinizdir.
O nedenle bu başlangıç safhasına değinmeyeceğim.
Benim söyleyeceklerim şu anki durumunuz, hemen yakın zamanda yaşanacaklar ve uzun vadeli, acaba daha sonrasında bizlere ne olacak sorularının cevabı olacak.
Elbette ki, bu konuda sizinle bunları konuşmadan önce, hiçbir makamla, hiçbir kimseyle ya da kendi aramızda bile herhangi bir istişarede bulunmadık.
Şu an buradaki bu konuşmamız tamamen doğaçlama olarak başlayacak ve sizlerin soru ve katılımlarınızla bir
sempozyum havasını almasını bekliyorum.
Dolayısıyla da bu sempozyum havasının neticesinde bir sonuç bildirgesi dediğimiz tarzdan, elimizde bir yaklaşım
şekli belirecek.
Arkadaşlar, kaderin bir cilvesi olarak bugün bu koltuklarda oturuyorsunuz.
Burada içimizde bu durumda olmayan sadece iki kişi var.
Bunlardan birisi Zeynep Hanım, diğeri de onun eşi Sacit Bey...
Eskiler durumu biliyorlar, yenilerden de soranlara anlatmışlardır.
Fakat ben bir kere daha belirteyim ki...
Zeynep Hanım istihbarat Teşkilatı müsteşar yardımcısıdır.
Tamamen yetkili olarak aramızda bulunuyor.
Bizler ile devlet arasında yegâne ve tek köprüdür.
Bunu söylerken aramızda bulunup da bu köprü vazifesini gören kişi olarak söylüyorum.
Yoksa yenilerin henüz tanışmadığı Asaf Hocamız var ki, o başlı başına pek çok karanlığı ile aydınlığı ile kıtaları
birbiriyle bağlayan bir köprü niteliği taşıyor.
İnşallah onunla da tanışacaksınız.
Şimdi bunu size neden söylüyorum...
Burada devletimizden habersiz kendi kafamıza göre takılmıyoruz.
Bakın bu söylediğim son cümlenin altını çizin.
Burada devletimizden habersiz kendi kafamıza göre takılmıyoruz.
Bunun altını çizdiğiniz...
Şimdi bir cümle daha söyleyeceğim.
Bu söyleyeceğim cümlenin altını da iki kere çiziniz...