MANA 1.Kitap 6.Kısım
MANA 1.Kitap 6.Kısım
Amca ile sarılıp helalleştikten sonra, hain kardeşin yolunu tuttular.
Onun yeri de Beylikdüzü ‘nde idi.
Oraya vardıkları zaman böyle ensesi katmer, katmer olmuş, dev cüsseli birisi olduğunu gördüler.
“Ebru bu işi çözmek kolay fakat doğru yoldan çözmemiz lazım” dedi.
“Şimdi biz bu malları alıp o kadıncağıza ve kızına götürsek, bu işin pek bir tadı olmaz.
Ben diyorum ki, buna bir şey musallat edeyim, bir iki gece buna hem rüyasında hem de gece karanlığında görünsün ve “ben senin vicdanınım, onların hakkını götürüp vermezsen seni perişan edeceğim” desin. Birazcık da orasını burasını öfelesin, bu yola gelir.
Üç beş gün sonra götürür haklarını her şeyiyle teslim eder.
Böylece her şey tatlı bir şekilde hallolmuş olur.”
“Tamam, Bu iş bende Mert “dedi ve sadece gözlerini kapatıp, İki parmağın oynattı.
“Bu iş de halloldu, hadi senin müteahhide gidelim” dedi.
Müteahhit de zaten Beylikdüzü ‘nde idi.
“Mert senin İçinden geçenleri biliyorum, adamın orasını burasını kırmayı düşünüyorsun.
Ama gel buna da bulaşma sen.
Bunu da bana bırak.
Ben şimdi buna öyle sinir edici bir şey musallat edeceğim ki, bu perişan olacak.
Her şeyden önce, senin dövmenden daha beter yapacağım onu, merak etme” dedi Ebru.
Yine gözlerini kapatıp iki parmağını oynattı ve sonrasında Mert’e,
“git Zeliha teyzene söyle, müteahhit yakında onu arar...
Bizim hiç bulaşmamıza gerek yok” dedi.
Mert merak ile sordu,
“Buna ne yaptın?”
“Buna da çok komik bir şey musallat ettim.
Her üç dakikada bir ensesine vuracak.
O kadının tapusunu doğru dürüst ver diyecek.
Artık ne kadar dayanabilirse o kadar dayanır.
Sonunda götürecek ya o tapuyu verecek ya da hatasını telafi edip helalleşeceği yeni bir tapu verecek” dedi Ebru.
- “Hadi biz çayımızı içelim.”
- “Nerede içelim? Parmak şıklatma çayımı, hakiki çay mı içeceğiz?”
Ebru muzip bir sitem kârlıkla,
“Aşk olsun Mert parmak şıklatma çayımı çok beğendiğini söyleyen sensin...
Şimdi niye böyle diyorsun” dedi.
Mert bunun üzerine, eskilerden kalma bir mâni ile cevap verdi.
“ Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül Ebru ile olmak ister kahve bahane ” dedi.
Bunu dedi ama haddini aşmış bir konuşma olmasından endişe ederek, utanmış bir vaziyette başını öne eğince...
Ebru,
“Tamam, tamam utanma biz bunu mâni olarak kabul ettik, hadi Barış Manço parkına gidelim.
Orada sana güzel bir kahve ikram edeyim.
Bak çaydan da bir numara ileri atlattım seni” diyerek sırtına hafifçe vurdu.
Çok hoş bir samimiyet oluşuyordu ve Mert bundan aldığı keyif üzere, hafif göğsünü çıkartmış, başını kaldırmış ve kasılmaya başlamıştı.
Sonra Garip duruşunun farkına vardı ve hemen toparlandı.
Dedi ki, “ben bir annemi arayayım, ona hayırlı haberi vereyim de iki rahat nefes alsın, sonra parka geçelim.”
Mert annesini arayarak onu rahatlattı.
Ayrıca biraz geç kalabileceğini, kendisini yemeğe beklememesini söyledi.
Ebru da babasını aradı ve “babacığım yeni yerimize geçmeden önce Mert'le biraz konuşmam gerekiyor, beni yemeğe bekleme olur mu” dedi.
Her ikisi de büyüklerinin gönüllerini almış ve rahatlamışlardı.
Hava güzeldi, parkta dışarıya oturdular ve ördekleri seyrederek kahvelerini yudumlarken, havadan sudan
konuşuyorlardı.
Mert sordu,
“Ebru nerelisin sen?”
Ebru,
"doğma büyüme İstanbullu olduğunu fakat babasının hep Amasyalı olduklarını söylediğini" söyledi.
“Peki, sen nerelisin Mert” diye O da Mert'e sordu.
Mert de
“Ben de senin gibi doğma büyüme İstanbulluyum. Fakat hem annem hem de babam Kayserili olduğumuzu söyler” dedi ve
gülmeye başladı.
Ebru “Neden güldün?” diye sorduğunda;
“Geçen gün bir film seyretmiştim de oradaki bir diyalog aklıma geldi” dedi.
Ebru,
“Neymiş o diyalog söylede biz de gülelim” deyince...
Kore'den Türkiye'ye gelmiş bir öğrenci, bir Türk arkadaşıyla sohbet ediyor.
Türk arkadaşı ona soruyor, nerelisin diye...
Cevap olarak bizdeki gibi Kayseri, Amasya demesini bekliyor.
Koreli misafir öğrenci “Koreliyim” diye cevap veriyor. Türk arkadaşı “Kore'nin neresindensin?” diye tekrar
sorduğunda Koreli misafir, Türkçeyi o kadar bu kadar öğrenmiş...
Şimdi nasıl anlatsın Türkçe olarak Kore'nin neresinden olduğunu.
Türklerin konuşması aklına geliyor ve “merkezinden” diyor.
Çok hoşuma gitmişti bu diyalog...
Ebru da bu dinlediğine epeyce güldü.
Gülmeye devam ederken birden durdu ve ciddileşti.
Mert'e bakarak…
“Şimdi ne olacak?
Bundan sonra biz ne yapacağız?
Asaf Hoca'nın söylediği gibi, günlük hayatlarımıza o şekilde devam edebilecek miyiz?
Ve en önemlisi sınırını bilmediğimiz bu gücü, nerede ne zaman kullanmamız gerektiğini nasıl bileceğiz?
Şimdi öncekinden de önemli bir nokta bugün...
Sırrımız başkaları tarafından öğrenildiğinde ister istemez insanlar peşimize düşecek.
Televizyoncusu da düşecek, magazincisi de düşecek, gazetecisi de düşecek, kötü niyetlileri de düşecek...
Nasıl bir çözüm bulmalıyız ve bir de ayrıca endişem var.
Bu tu, kaka, kötü dediğimiz insanlar, bize istediklerini yaptırabilmek için ailelerimize zarar vermek isterse...
Bunun için de bir tedbir almalıyız.
Evet, tedbiri alsak ailelerimizi koruruz ama bu sefer de başka pozisyonlarda bizi ele geçirmeye çalışırlarsa...
O esnada masumlara bir şey olursa...
Ben bunlara dayanamam Mert” dedi Ebru.
Mert, Ebrunun panik atağını fark etmiş ve içini boşaltması için sözünü kesmemişti.
Mert bunun üzerine başını yükseklere doğru çevirdi ve sol kaşını hafif yukarıya çıkartarak, ileri doğru epeyce baktıktan sonra...
“Ebru Benim daha farklı endişelerim var, senin bu söylediklerin çok doğru şeyler, evet bu tedbirleri almamız
gerekiyor, bunları konuşmamız gerekiyor.
Fakat benim aklımdaki çok daha başka bir şey var...
Önce benim aklımdan geçeni konuşalım sonra dönelim diğer şeyleri halledelim...
Bak şimdi beni iyi dinle;
Bizim şu an sahip olduğumuz bu güçler doğuştan gelmedi.
Ha geldiyse de orasını bilmiyorum.
Fakat bildiğim bir şey var.
Biz bu güçleri laboratuvardaki o patlama sonrası, göktaşının içerisindeki DNA'nın bizim DNA ‘mızla birleşmesi
sonucu elde ettik mi? Ettik.
Peki, şimdi bir düşünelim...
Bu göktaşı Tokat'ın Perşembe yaylasına mı düşmüştü?
Evet, oraya düşmüştü.
Amerikalılar bu göktaşını büyük paralar vererek halka toplattılar mı?
Evet, toplattılar…
Şimdi biz biliyoruz ki, bu düşen göktaşının içerisinde bulunan cevher bizim elimizde idi.
Fakat bu cevhere benzeyen başka cevherler ya da bu cevherin herhangi bir kırıntısı...
Veya buna benzer, bizim DNA‘mızla birleşip bize bu gücü veren güce benzer başka güçler...
Amerikalıların topladığı göktaşları ile dünyadaki başka insanlara da geçmiş olabilir mi?
Olabilir.
Şimdi bizimkine benzer veya benzemez birtakım farklı farklı güçlerdeki insanlar ki, bunlara ne deniyordu filmlerde?"
Ebru “Mutant” diye cevap verdi.
Mert devam etti,
“Evet bizim gibi başka mutantlar varsa, bunlar dost mu, düşman mı olarak ileride karşımıza çıkacak?
Benim asıl düşündüğüm ve endişe duyduğum nokta bu nokta...
Hatta sadece bu sefer düşen göktaşı ile elde edilmiş bu özellikler.
Belki daha önce düşen göktaşlarından farklı şekillerde etkilenen kişiler, farklı yerlerde yaşıyor da olabilir.
Tabii bu söylediklerimin tamamı varsayım ama doğruluğunu bilemesek de varsayımın adı üstünde varsayım, var
sayacağız…
Yine de durup dururken pimpiriklenmeye gerek yok. Evhamlı olmaya da gerek yok.
Sadece bu aklımızda önemli bir düşünce olarak kalmalı ve buna işaret eden herhangi bir şeyle karşılaşırsak, bunu
daha önce konuşmuş olmanın avantajıyla, şaşkınlık içinde olmayalım en azından” dedi.
“Evet, haklısın Mert, bu söylediklerin çok mantıklı ve ileride böyle bir durumla karşılaşırsak, şimdi yaptığımız bu konuşmaların çok faydası olacak.
Bak ben sana hep buluşalım konuşalım, buluşalım konuşalım diyorum.
Demek ki buluşup Konuşmakta fayda var.
Biz buna aynen devam edeceğiz.”
Şimdi hem babamın hem de “Sanem annemin” dedi ve birden, yanlış anlaşılabileceğini düşünerek yanakları pembeleşti.
Yani “Sanem Hanım teyzenin” …
Mert burada elini kaldırdı ve sözünü kesti Ebru'nun...
“Ebru’cum bak şimdi Allah rahmet eylesin senin annen vefat etmiş ve Allah rahmet eylesin benim babam da vefat etmiş...
Burada alınacak ya da yanlış anlaşılacak bir şey yok.
Hasan amca benim Hasan babamdır.
Annem de senin Sanem Annendir…
Ben senin babana Hasan baba diyeceğim, sen de benim anneme Sanem anne diyebilirsin” dedi.
Ebru olayların yanlış anlaşılmalara mahal vermeden, böyle çabuk çabuk çözülmesinden çok memnundu ve devam etti.
“Mert ben babam olsun senin annen olsun her ikisine de birer onların görmeyeceği, fakat onları koruyup kollayacak pericik gönderiyorum.
Onlara herhangi bir şekilde zarar vermek isteyen insanlara karşı, onların haberi bile olmadan onları koruyacaklar.
Bundan sonra artık onları, perilerin halledebileceği sorunlar için düşünmemiz gerekmeyecek.
Hatta sıkıntılı özel durumlarında da ufak ufak onlara yardım etmelerini isteyeceğim.
Tabi çaktırmadan...
Diğer masum insanlara gelince, onlar için de bir genelleme isteyeceğim.
Bize yönelik bir faaliyet içinde olan ve bize ulaşmak için masumları kullanmak isteyen insanları engellemek üzere
de küçük bir grup ayarlıyorum” dedi.
Ve yine gözlerini yumarak bir süre parmaklarını kıpırdattı, gözlerini açtığında "bu iş de tamam, artık bunları da düşünmenize gerek kalmadı" dedi.
Şimdi Hayatımıza devam edelim, bakalım Önümüzdeki günler ne gösterecek.
Yine biz böyle oturup konuşarak her ne görürsek, önümüzdeki günler bize her ne gösterirse göstersin, eminim ki
üstesinden gelemeyeceğimiz bir şey karşımıza gelmeyecek.
Zaten Allah da “size taşıyamayacağı yük yüklemem” diyerek bir söz vermiş, “ben onun sözüne güveniyorum” dedi.
Konuşmaları ve kahveleri bitmişti ama vakit daha erkendi.
Şimdi evlere yemeğe geç kalacaklarını söylediler, eve gitseler evdekileri zor duruma sokabilir, evlerde yemek de
olmayabilir diye bunu düşünerek Mert,
“Ebru eve gidip aç kalmak var.
Yemeğe gelmeyeceğiz bizi beklemeyin dedik…
O nedenle, ya gel biraz şöyle rahatlatıcı bir tur atalım, karnımızı güzel bir yerde doyuralım ve sonrasında da
şöyle sahil kenarında güzel bir çay içelim.
Sonra seni evine bırakırım” dedi.
“Mimar Sinan'da çok güzel bir balık lokantası biliyorum, harika balık yapıyorlar, sana güzel bir yemek
yedireceğim.
Sonrasında evlerinize dağılırız, hem de evdekilere yalancı çıkmamış oluruz” dedi Mert.
Ebru şakacı bir tavırla “vay vay vay ağalık da var demek kanımızda hadi bakalım fiyakanı bozmayalım, nasıl diyorsan öyle olsun” dedi.
Mimar Sinan'daki o güzel balık restoranına gittiler ve sipariş verecekleri sırada Mert,
“Ebru Alkol kullanıyor musun?” diye sordu.
Ebru 27 senedir dokunmadım, bundan sonra da dokunmayı düşünmüyorum Mert” dedi.
Mert, ben de 30 senedir dokunmadım, bundan sonra ben de dokunmam” dedi.
Böylece çaktırmadan birbirlerine yaşlarını söylemiş oldular.