MANA 1.Kitap 11.Kısım
MANA 1.Kitap 11.Kısım
E sonuç belli işte, nur topu gibi bir gölge Armağan’ımız olmuş.
Üzerlerine bu damlacıkların döküldüğü insanlarda da Birtakım nasıl diyeyim...
İşte görüyorsunuz Armağan’sal durumlar var.
Armağanın gölgesi var vücudu yok.
Gölge oluşmayacak yerlerde vücudu tekrar kendine geliyor.
Özellikle akşamları...
Bunun dışında gölge olduğu vakitler, yeryüzünde gölgenin olabileceği her yere seyahat edebiliyor.
Yani çat orada çat burada çat Peru’da çat Kore’de misali...
Bu gölge durumu sebebiyle, bir süredir sizi ve bizi zaten izliyormuş.
Önceleri de kendisini bu duruma soktuğumuz için, bize kızgınmış.
Fakat olayın, tamamen bir kaza olduğunu öğrendiğinde ve kendisi de buna şahit olduğundan, bu kızgınlığı geçmiş.
Şimdi bizi uyarmak üzere geldi.
Ben size anlatacağım uyarma sebebinin ne olduğunu.
Ben size anlatacağım diyorum çünkü Armağan’ın akşam olmadan evine geçmesi gerekiyor.
Sadece, tanışmanız için çağırdım sizi buraya...”
Asaf Hoca bunun üzerine,
“Merhaba Armağan evladım, memnun oldum, ben Profesör Asaf Üstün” dedi.
Armağan da
“Hocam memnun oldum, siz gerçekten kıymetli bir insansınız.
Bana da bazı zamanlar akıl vererek, yardım edeceğinizi umuyorum” diyerek “iyi akşamlar” dedi ve gitti.
Herkes, bir süre birbirine baktı...
Asaf Hoca, “iş sandığımızdan büyük.
Bakın, başka etkilenenler de varmış ve kimin ne şekilde etkilendiğini de bilmiyoruz” dedi.
Mert bunun üzerine,
“bizim memleketimizin insanından, öyle kolay kolay masumlara bir zarar gelmez.
Fakat Armağan'ın anlattığı, çok düşündürücü mevzular var...
Dünyada sekiz on ülkede daha, bu tür olayların olduğuna şahit olduğundan bahsetti ve kendi söylediğine göre,
tehlikeli bulduğu Amerika'da iki farklı güce sahip insani varlık varmış.
Bunlardan birisi metallere hükmediyormuş.
Ötekisi de içinde bulunduğu tüm varlıkların, hissiyatlarını yok eden bir sis oluşturuyormuş.
Oluşan sisin çapı da bir kilometre kadarmış.
Bunlar kendi halinde iken, pek zararlı değillermiş.
Fakat Amerikalı General Curtis ve yardımcısı Binbaşı Steve, niyetleri pek hoş olmayan insanlarmış ve bu biçareleri
kullanıyorlarmış.
Sadece Bunları kullanmakla da kalmıyorlarmış. Sokaklardan topladıkları masum insanlar üzerinde deneyler yapıyorlarmış.
E tabii, bu deneyin sonucunda başarısız olduklarında da üzerinde deney uyguladıkları insanları öldürüp, bir çöp
gibi atıyorlarmış. Hocam biz bu anlatılanlar karşısında ilk önce bir dehşete düştük.
Fakat sonra toparlandık ve zamanı geldiğinde ne gerekiyorsa o zaman düşünüp, yapılması gerektiğini konuştuk.
Şu an evhamlanmanın ve kara kara düşünmenin gereği yok.
E sadece Amerika için bunları konuşabildik dar vakitte.
Bunun dışında Armağan, aslında sekiz on ülkede daha, buna benzer şeyler gördüğünü söyledi...
Durum vahim Hocam...
Siz bunu bir düşünün...
Belki istişare edeceğiniz başka insanlar da vardır, konuşun.
Yarın, aklımız yerindeyken bunu tekrar masaya yatıralım ve gelirse armağandan da daha detaylı bir bilgi alalım”
diyerek günü sonlandırdı.
Asaf Hoca,
“vay vay vay vay başımıza gelenler, öf ki ne öf, hadi bakalım hayırlısı...” gibi sözler söyleyerek odadan çıktı.
Mert Ebru'ya dönerek,
“Hadi bakalım şoför hanım, sabah getirdin, akşam da götürürsün herhalde bizi evimize” dedi.
Toparlandılar ve birlikte çıkarak arabaya bindiler.
Mert, Ebru'ya şöyle bir baktı.
Ebru, hala olayın şokunu, tam olarak atlatamamıştı.
"Ebru, şöyle bizim eve doğru giderken, hani o alt tarafta bir çeşme var ya...
O çeşmenin yanında bir dur da elimizi yüzümüzü yıkayalım çeşmede.
Ve sana söylemek istediğim, önemli bir mesele var” dedi.
Ebru bunun üzerine, biraz daha toparlandı ve kekeleyerek,
“ben ben ben” ...
“Çok hayret verici durumlar” ...
“Ben kendi adıma, bu olanlardan ürperiyorum” ...
“Zaten bende bir panik atak vardı, şimdi bin bir panik oldum” dedi.
Mert, “Lütfen endişe etme, zaten ne olacaksa olacak, her şey olacağına varır.
Fakat biz ne yapacağız?
Gerekli tedbirleri alarak, tevekkülümüzü yapacağız.
Yani ne demişler, “sen eşeğini sağlam kazığa bağla da ondan sonra kaçarsa kaçsın.”
“Biz işimizi sağlama bağlayacağız, gereken tedbirleri, önlemleri, her ne gerekiyorsa yerine getireceğiz.
Bundan sonrası Allah'a kalmış.
O bizim yanımızda eminim.
Çünkü biz, yanlış bir şey yapmıyoruz.
Ben rahatım, sen de rahat ol” ...
- “bak, şu ilerdeki çeşme, sol tarafta görüyorsun, bak...”
- “arabayı oraya fazla yaklaştırma, 30 metre geride kal.”
- “Ya tamam bak, şu sol taraf uygun...”
- “Tamam, burada dur, camını açıp temiz hava al”.
Evet, şimdi,
“Ebru bu akşam bir şey yapmamız gerekecek.
Bak şimdi bu gölge sizi zaten izliyorum dedi, sen annemi ve babanı koruyup kollamak üzere bir tedbir aldın, fakat
içinde bulunduğumuz durum...
Eğer onlarla yaşamaya devam edeceksek, onların bu olayları, şok geçirerek öğrenmelerini istemiyorum. Yani anladın sen onu...
Onlara, bu akşam bu durumu, uygun bir dille izah etmek zorundayız ve sonrasında da bir plan yapıp...
Yani onları koruma adına, aynı evi paylaşacak şekilde uygun bir yere taşınmamızı önereceğim.
Şimdi, sen bunu bir şöyle, temiz hava eşliğinde düşün ve aynı fikirdeysek, bunu nasıl yapacağımızı konuşmaya devam edelim”.
Ebru, hala olayın şokunu yaşıyordu. Fakat aklı yerindeydi.
Mert'in bu sözleri üzerine, ipin ucu kopmuştu.
Mert e dönerek,
“Mert yani evet haklısın, bir şekilde bunu zaten öğrenecekleri ortada...
Yani bunu televizyondan, radyodan, gazeteden ya da konu komşudan öğrenmeleri yerine, uygun bir dille, bizden
öğrenmeleri onlar için daha sağlıklı” dedi.
"O zaman şöyle yapıyoruz" diyerek, planını anlattı Mert.
“Ben, şimdi annemi arayacağım.
Onu da alıp, size geçerim.
Sende babanı ara ve akşam yemeğe misafir getiriyorum, biraz emrivaki gibi oldu ama önemli bir konu var, Allah ne
verdiyse hep birlikte yeriz babacığım, sen kendini yorma ben bir şeyler alacağım, gelince hep beraber hazırlar
yeriz” de.
Mert, annesini aradı ve “anne beş on dakikaya evde olacağız.
Ebru’lara gitmemiz, acil ve önemle gerekiyor.
Herkes sağlıklı, önemli bir durum yok ama hep birlikte konuşmamız gereken bizim işimiz ile ilgili bir durum var.
Sen üstüne bir şeyler al, ocağın altını kapat, orada bir şeyler yeriz” dedi.
Ebru da babasını arayıp, durumu izah etti.
Babası,
“kızım, zaten hazırlığımız var, Allah ne verdiyse yeriz, çekinmeyin buyursunlar gelsinler” dedi.
Mert annesini almak üzere yukarıya çıktığında annesinin kendisinden beklenen şekilde evdeki yemekleri tencereleri ile birlikte paketlediğini ve torbaya koyduğunu gördü.
“Anne, vallahi helal olsun sana, beni hiç şaşırtmıyorsun, tamamen senden beklenen şekilde hareket ediyorsun.
Ne gerek vardı bu kadar, kendini yoruyorsun.
İki lokma bir şey yiyeceğiz, ne olsa yerdik” dedi.
Sanem Hanım,
“oğlum, sen seversin diye, ben ellerimle kalem gibi dolma sardım, yanına da mis gibi bir yoğurtlu çorba yapmıştım.
Bugünün yemeğini bugün yemek lazım, götürelim hep birlikte yeriz” dedi.
Mert, uzatmanın bir faydası olmadığını bildiğinden, “peki anneciğim, nasıl istiyorsan öyle yapalım, hadi inelim” dedi.
Aşağı indiler...
Sanem Hanım Ebru'yu şöyle bir durarak süzdü ve Mert'e dönerek,
“oğlum sabah sana söylediğim şeylerle ilgili bir durum için, emrivaki olarak götürmüyorsun beni değil mi?” dedi.
Mert bir anda sabah annesinin artık torun istediği ile ilgili yaptığı konuşmayı hatırladı ve “anne dur, Allah
aşkına! İşle ilgili dedik...
Hemen olayı oraya buraya çekme, yorma beni.
İnşallah, o da olacak, sabret biraz” dedi.
Arabaya bindiklerinde Ebru'nun,
“hoş geldin Sanem anneciğim” demesi üzerine, Sanem Hanım Mert'e yine imalı imalı, kaş göz hareketi yaparak baktı.
Mert bunun üzerine, başını yukarı kaldırıp ellerinde açarak,
“Yarabbi Seni seviyorum başka ne diyeyim” dedi.
Ebru, “aranız iyi bakıyorum maşallah” diye kıkırdayarak espri yaptı.
Yine kıkır kıkır bir yolculukla, Ebru'nun evinin olduğu yere geldiler.
Eve girdiklerinde Hasan Bey sofrayı dört dörtlük hazırlamıştı. O da yemek olarak, güzel bir tas kebabı ve yanına
da bolca salata yapmıştı.
Sanem Hanımın getirdiklerini görünce,
“ne gereği vardı Efendim, yemek sizin için zaten hazırdı” dedi.
Sanem Hanım bunun üzerine,
“Efendim, iki kap Yemeğin lafı mı olur, Allah ne verdiyse, birlikte yiyeceğiz demedik mi?
Allah sizin hazırladıklarınızı da vermiş, bana da bunları yaptırmış.
E o zaman oturacağız, Allah ne verdiyse, hep birlikte yiyeceğiz değil mi?” dedi.
Onun bu hoş ve bilgece sözleri, Hasan Bey’in hoşuna gitmişti.
Hoşuna giden bir şey olduğunda başını yere doğru eğer ve hafif sallardı.
Ebru baktı, babası yine aynı hareketi yapıyordu. Güzel bir atmosfer altında hoş sohbetler ederek, yemeklerini
yediler.
Daha sonra Ebru, çayları doldurdu ve salona geçtiler.
Mert,
“şimdi size bir şey anlatacağım.
Anlatacağım şey, tamamen iş ile ilgili...
Fakat Ebru ve beni, birlikte olarak tahmininizden çok ilgilendiriyor.
Her şeyden önce anlatacaklarımın ilginç, korkunç, ürperti verici, dehşete düşürücü fakat telaşa gerek olmayan, kontrol altında bir durum olduğunu söylemek istiyorum…
Ve lütfen vay vay vay, vah vah vah gibi hayıflanma istemiyorum anneciğim.
Bak her şeyden önce görüyorsun ki, ben de sağlıklıyım, Ebru da sağlıklı...”
“Şimdi, ortada başka bir durum var ve bunu gazetelerden, televizyondan ya da başkalarından öğrenmek yerine, doğrudan ve de doğru bir şekilde bizim size anlatarak öğrenmeniz gerektiğine karar verdik” dedi.
Ve
“Dakka bir gol bir” ...
Sanem Hanım,
“vay vay vay, neler anlatacaksın şimdi kim bilir” dedi.
Mert,
“anne vallahi, hiç şaşırtmıyorsun beni, lütfen sakin olalım, ama lütfen sakin olalım...
Bak, daha hiçbir şey anlatmadan, sen vay vay vaya başladın.
Heyecanlanacaksan, hiçbir şey anlatmayacağım” dedi.
- “Yok, oğlum sen bana aldırma, sen anlat.
Zaten anlatmazsan, ben meraktan ölürüm.
Anlat da hiç olmazsa bilelim ölmeden önce...”
- “Anne lütfen dedim ama...
Ölmek mölmek, ne oluyor yaa...
Pişman etmeyin insanı...
Sakin ol lütfen...
Ebru senden rica ediyorum, bir bardak su getirir misin anneme.
Çok soğuk olmasın, içine de şöyle üç beş damla limon damlat sana zahmet.
O şimdi biraz sonra gene, vay vay vay lara, hayıflanmalara başlayacak, kendi tansiyonunu kendi yükseltecek.”
Ebru, limonlu suyu aldı geldi ve Senem Hanım’a verdi.
Sanem Hanım limonlu sudan biraz içtikten sonra, “peki, gayet sakinim, sizi dinliyorum” dedi.