MANA 1.Kitap 10.Kısım

...

MANA 1.Kitap 10.Kısım

Siz ne kadar oturursanız oturun, dünya dönmeye devam eder ” der eski bir atasözü.
Bizimkiler de oturmuş, gazete ve dergi okuyorlardı.
Aynen sözde söylendiği gibi, dünya dönmeye devam ediyordu ve gelecek, birtakım sebeplerin peşinden koşarak, bu sebepler sonrasında birtakım sonuçlara gebeydi...

Dertsiz, tasasız, gazetelerini okuyup çaylarını yudumlarken, havanın hafif karardığını hissettiler.
Sanki kapkara yağmur bulutları toplanmış ve az sonra yağmur yağacak gibiydi.
Mert Pencereden dışarıya baktığında gökyüzünün masmavi ve hiç bulutsuz olduğunu gördü.
"O zaman bu karartı ne, ne olabilir" diye düşündü.

Karartı hafif hafif kasvetini kaybederken, akvaryumun yanındaki duvarda yoğunlaşmaya başladı.
Gözler, gayri ihtiyari oluşumu takip ediyordu.

Ebru sessizliği bozarak,
“Bu bir insan silueti, onun gölgesi, fakat Kendisi nerede Mert?” dedi.

Mert de
“evet gölgesi burada ama kendisi nerede?” dedi.

Sağa sola bakınıyorlardı ki, gölgeden bir konuşma sesi geldiğini duyarak, irkildiler.

“Gövdemi aramayın, sağ olun sizin sayenizde artık, bu gölgeyi yapacak bir vücudumuz yok.

O gün, sizin laboratuvarınızda patlamanın olduğu gün, içerden bir miktar yoğun duman çıktı.
Biz de o sırada laboratuvara yakın olan bahçe duvarının yanından geçiyorduk.
Kaldırımdaydık ve geçiyorduk dedim.
Çünkü sadece ben yoktum orada.
Bi on dokuz, yirmi kişi daha vardı.
O an, bahçeyi sulamak üzere fıskiyeler de çalışıyordu.
O dumanı, fıskiye yoğunlaştırarak, mürekkep gibi üzerimize doğru döktü.
Ve sayenizde gövdeyi şahanemizi kaybedip, sadece gölgeyi kasvetimizle kaldık.
Yani artık böyle, gölge gölge geziyoruz.

İşte önceleri, size çok kızmıştım.
Fakat daha sonra, araştırdım ve tamamen bir kaza yapmış bize bu cilveyi.
Sizin suçunuz olmadığını öğrendim.
Hatta sizin de etkilendiğimizi ve hatta hatta bana göre çok daha fazla etkilendiğinizi de biliyorum.”

Mert,
“özür dileriz her ne kadar bilerek bir şey yapmadıysak da senin bu durumunda olmana sebep olduğumuz için, üzgünüz.
Yapabileceğimiz bir şey var mı?
Seni eski haline getirmek için, elimizden bir şey gelirse, Lütfen söyle ne gerekiyorsa yapalım” dedi.

- “Hayır, ben çok uğraştım, şu an yapılabilecek hiçbir şey yok gibi görünüyor.
Gündüzleri, böyle gölge gölge geziyoruz.
Geceleri ise, kuvvetli ışık ya da dolunay ışığının olmadığı yerlerde normal eski halime dönebiliyorum.

Eve de gölge yapmayacak şekilde ışık sağlayacak lambalar taktım.
Bu sayede kuvvetli bir ışık kaynağı bulunmadığı için, vücudum akşamları evde de aynı şekilde geri geliyor.
Dediğim gibi, çok yeni olduğundan henüz tam olarak ne olduğunu anlamış da değilim.
Aslına bakarsanız, şimdilik öyle, böyle geziyoruz.
Neyse bunları bırakalım, olan olmuş artık.
Benim buraya gelme sebebim, size kızmak ya da sizi üzmek için değil” ...

- “Şimdi, böyle gölge gölge dolaşmak...

E tabii ki, her şeyden önce, insanlıktan çıkma hali çok üzücü ancak bir de artı tarafı var ki, o da herhangi bir gölgenin olduğu, yeryüzünün istediğim her yerine anında gidebiliyorum.
Yani, Nijerya’da bir ağacın gölgesi varsa, o gölgeye dâhil olup anında orada olabiliyorum, kendimi başka gölgelerin içerisinde gizleyebiliyorum.
O gölgeden, bu gölgeye akabiliyorum.
Görünmemem dışında her şeyim normal.

Tabii, gölge elle tutulamayan bir şey olduğundan, fiziksel zarar görmem de zor.
Sessizce her yere girebiliyorum.
Şu an siz beni, gizlenmediğim için, yalın bir gölge olarak görüyorsunuz…

Fakat kendimi gizlemiş olsaydım, şu akvaryumun gölgesinin içerisine saklanabilirdim ve siz beni fark edemezdiniz.
Sözün kısası, ben buraya sadece sizi uyarmak için geldim.”

- “Dünyada yaptığım kısa seyahat esnasında benim gibi olan başkaları var mı diye, şöyle bir göz gezdirdim ve maalesef var...

Şimdi bu tür insanlıktan çıkmış olanlara “mutant” diyorlar, ama ben bu deyimi pek sevmedim.
İnsanlıktan çıkmış olmayı da kabul etmiyorum.
Evet, insan haricinde farklı bir şeyiz fakat ben düşünerek buna, “insani varlık” demeyi uygun buldum.
Sizden de rica ediyorum, bana mutant, falan demeyin.
İlla benim için bir deyim kullanmanız gerekirse, insani varlık Armağan deyin.
Bu arada ismim Armağan”...

Mert ve Ebru da kendi isimlerini söyleyerek bir tanışma faslı gerçekleştirdiler.

Armağan, çok hoş ve esprili bir insandı.
Her türlü sıkıntılı anda o anın sıkıntısını değil, hoş noktalarını görmeye odaklanmış, nasıl derler bir tür Polyanna misali yaşıyordu.

Mert sordu, “bizi uyarmaktan bahsettin de ne için uyarmak istiyorsun bizi?”

Armağan bunun üzerine, seyahati esnasında sekiz on ülkede daha, kendisine benzeyen insani varlıklar gördüğünü ve bunların aslında kendi hallerinde iken pek zararlı olmadıklarını, ancak bunlardan faydalanmak isteyen, insanlıktan nasibini almamış kişilerin, bunları kullanarak, kötü şeyler yaptırmayı amaçladıklarını gördüğünü belirtti.”

“Amerika'da iki tane insani varlık gördüm...
Bunlardan bir tanesi, metallere hükmediyordu ve onların, emrinin yerine getirmelerini sağlıyordu.
Bunun dışında yine Amerika'da bir insani varlık daha gördüm, o da bir sis bulutu oluşturuyordu.
Çapı, 1 kilometre kadar vardı sanırım ve bu sis bulutunun içerisinde kalanlar, beş duyu organını kaybediyordu.
Yani göremiyor, duyamıyor, tat ve koku alamıyor, dokundukları şeyleri hissedemiyorlardı.
Hatta o gariplikte, bir müddet düşünemiyorlardı bile...

Ve Amerikalılar, maalesef bunları, bir silah gibi kullanmanın peşindeydiler.
Peşindeydiler dedim, henüz tam bir başarı elde edemediklerini gördüm.”

“Amerikalı bir general var.
Curtis isminde ki çok tehlikeli, sapık düşünceleri insanlığını ele geçirmiş ve ona insan denemez artık.
Yardımcısı var, Binbaşı Steve isminde ki bunun da generaline yaranmak için yapmayacağı hiçbir şey yok, tam bir dalkavuk ve yalaka…

Dolayısıyla, verdiği zararı önemsemeyecek kadar tehlikeli.
Bu insani varlıkları kullanarak, bir şeyler yaptırma deneyleri yapıyorlardı.
Ve iş sadece bunlarla da bitmiyordu...
Başka başka DNA kombinasyonları elde etmek uğruna, üzerlerinde deney yaparak, pek çok masum insanı perişan etmiş vaziyetteydiler.
İnsanları, insani varlığa çevirme deneyleri yapıyorlar ve başarılı olamadıklarını da bir çöp gibi atıyorlar.
Bunu görünce dehşete kapıldım ve sizi uyarma ihtiyacı hissettim.”

Mert, bir ara Ebru'ya baktı.
Ebru, elindeki gazeteye tırnaklarını geçirmiş vaziyette, dehşet içerisindeydi ve gözleri iri iri olmuştu.

Mert, hiçbir şey söylemeksizin, doğrudan Ebru'nun yanına gitti ve onun omuzundan tutarak, kendisine doğru çekti, ona sımsıkı sarıldı…

“Endişe etme, biz bunlarla hiç karşılaşmayız umarım, karşılaşırsak da seni canım bahasına koruyacağıma söz veriyorum, lütfen rahatla” dedi.

Ebru, bunun üzerine kendisine geldi ve “insanlar nasıl bu kadar vicdansız olabiliyorlar?
Ne demek bir insanı kullanıp, kelime manası olarak değil, gerçek manada çöp gibi atmak...
Yazıklar olsun bu dönemin zalimlerine” dedi.

Armağan,
"hava kararmaya yakın, ben İzninizi isteyeyim, hava karardıktan sonra evime gitmem çok zor oluyor.
Hatta bazen gidemiyorum ve bulunduğum yerde aç biilaç, titreye titreye, sabaha kadar kalıyorum” dedi.

Mert bunun üzerine,
“tabii Armağan'cım, seni gerçekten sevdim ve inşallah bir akşam seni vücudunla birlikte ağırlayıp, çay ikram etmek isterim” dedi.

Armağan da
“evet, ben sizi epeydir izliyorum ve gerçekten ben de sizi sevdim, bundan sonra da sık sık görüşeceğiz" diyerek ayrılmak üzereydi ki...

Mert,
“Birkaç dakikanı alabilir miyim Armağan, seni tanıştırmak istediğim birisi var ve bu tanışma, gerçekten senin için önemli, bana güvenebilir misin?” dedi.

Armağan bunun üzerine,
“farkındayım, beni Asaf Hoca ile tanıştıracaksınız. Dedim ya, sizi bir süredir izliyorum...
Peki, tanışalım bekliyorum ama çok vaktim yok onu söyleyeyim”.

Mert,
“merak etme, her ne olursa olsun, seni evine ulaştıracağız.
Hatta şu an aklıma bir fikir geldi, bekle” dedi ve Ebru’ya dönerek,
"Ebru, sen bu sorununu çözersin Armağan’ın sanırım” dedi.

Ebru,
“anladım” diyerek, bir süre gözlerini kırpıştırıp parmaklarını oynattı ve “tamam” dedi ve ekledi.
“Armağan sana sihirli bir lamba verdim.
O da senin gibi görünmez.
Her ne zaman yanlış bir yerde ışıksız kalır da vücudun ortaya çıkarsa, onu düşündüğünde bu lamba ortaya çıkarak, bir anlık yüksek ışık verecek ve kuvvetli bir gölge ortamı oluşturacak.

Sen, evinde bir odada daima bir gölge oluşumu için yanan bir lamba açık bırak ki, bu anlık gölgeden evindeki gölgeye sıçrayabilesin.

Bir de ikinci sıçrama alanı belirle kendine ki, evinde o an elektrik olmaz maazallah, tıkanıp kalmayasın.
Anladın sen onu” dedi ve kıkırdamaya başladı.

Mert,
"Ebru süpersin, şıp diye çözdün Armağan’ın sorununu da o sonundaki kıkırdamayı da ayrıca merak ettim” dedi.

Ebru,
“Armağan, kırılma bana ama hani filmlerde görünmez adam çıplak gezer ya, bir an o aklıma geldi” dedi.

Armağan,
“gölgelerde geziyorsak da edebimiz yerinde çok şükür, biz Türk gölgesiyiz, ecnebilere benzemez bizim örf ve adetlerimiz” dedi.

Mert tebessüm ediyordu sadece ve
“siz kaynatın ben Asaf Hoca’yı arayayım” diyerek Asaf Hoca’ya telefon açtı.

Daha önce, Asaf Hoca ile Mert aralarında şifrelenmiş ve önemli bir konuyu istişare etmek üzere, birisi ötekini çağırdığında çağıran diğerine, konuşma arasında belirgin şekilde “yeşil” diyecekti.

Eğer direk yeşil diyemeyeceği bir ortam varsa, "yeşil elma" gibi bir takılı kelimeyi vurgulayarak, “Annem yeşil elma istemişti unutmasam bari” gibi cümle içinde kullanacaktı.

Konu istişare ötesinde ciddi bir noktada acil danışma gerektiriyorsa, sarı diyecek ya da içinde sarı geçen bir cümle kalacaktı.

Eğer iş kırmızıya gelmişse, “Yandı Gülüm Keten Helva...”
Direk, feryat, figan "kırmızı alarm" diye bağırılacaktı.

Mert de şu an,
“hocam gazetenin sarı sayfalarında önemli bir şey gördüm, gelip bir bakabilir misiniz?” demişti.

Asaf Hoca hiç bekletmeden hemen geldi.
Geldiğinde durumu fark etmedi.
İçeride sadece Mert ve Ebru görüyordu.
“Buyrun çocuklar, sarı koduyla beni çağıracak önemli mesele nedir?” dedi.

Mert bunun üzerine,
“Hocam şu an odada iki kişi görüyorsunuz, fakat aslında sizin haricinizde üç kişiyiz...
Ben ve Ebru'nun dışında odada Armağan isminde bir arkadaşımız var” ...

Asaf Hoca,
“Mert şaka yapıyorsun farkındayım, fakat şu sarı kodu gerektirecek durumu söyle, daha sonra şakalaşalım” dedi.

Mert duruma nereden giriş yapabileceğini düşünerek;
- “Hocam akvaryumu görüyor musunuz?
- “Evet, görüyorum”
- “Peki, akvaryumun yanındaki gölgeyi görüyor musunuz?”
- “Evet, onu da görüyorum”
- “Peki, o gölgede gizlenmiş vücudu olan bir insan görüyor musunuz?” deyince...

Asaf Hoca, bir an kendini silkeleyerek toparlandı ve
“Gölge var vücut yok... Gölge var vücut yok... Gölge varsa vücut olmalı, vücut yok...” diye sayıklayarak, zihnin çözümsüzlükte tıkanıp kalması ile ortaya çıkan, kısır döngünün otomatiğine bağladı.

Mert bunun üzerine,
“Hocam otomatiğe bağladınız, ben izah ederek, sizi o fasit çemberden kurtarayım, müsaade edin” diyerek,
“Şimdi bu gölgenin sahibi arkadaşımız Armağan’ın, ışık ve gölge olan yerlerde vücudu yok.

Sadece armağan da değil, kendisi gibi on beş yirmi kadar kişinin, daha benzer farklı güçlere sahip durumda olabileceğinden bahsetti.

Patlamanın olduğu gün, laboratuvardan dışarıya püsküren duman, o sırada çimleri sulayan fıskiyenin tanecikleri ile birleşmiş ve aynı esnada kaldırımda yürüyen insanların üzerine dökülmüş.

MANA 1.Kitap 11.Kısım için tıkla..

...

...