MANA 2.Kitap 11.Kısım
MANA 2.Kitap 11.Kısım
Siz birtakım senaryolar hazırlamış ve bunları oynamıştınız.
Burada da doğaçlama yapmak yerine bir senaryo çalışarak arkadaşların fikirsel, aktif katılımlarını öncelikle sağlarsanız…
Hem oraya gittiğinde ne yapması gerektiğini bilecektir.
Hem de senaryo hazırlanma esnasında, böyle böyle yapalım diye fikir beyan edeceği için, kendisini sizin
söylediklerinizi yapan bir alet olmaktan çıkacak, özgür iradesiyle katılan bir birey olarak hissedecektir.
Ayrıca çekim yapılacağını söylerseniz kendilerine bir çeki düzen verirler gitmeden."
Sacit bey,
“Mert, işte konuşmak bu nedenle faydalı…
Ben olayı bu noktasından düşünmemiş.
Tamamen buz kütlesine odaklanmıştım.
Fakat bu söylediklerin doğru.
O halde biz önce hızlıca bir senaryo çalışması yapalım.
Herkes bir görev bölümü alsın sonra gidelim.
Bunu böyle bir senaryoyu oynayan oyuncular, artistler gibi orada oynayarak sergileyelim ve bunu kameralar çeksin.
O halde bize müsaade.
Sizi isterseniz canlı yayında, isterseniz daha sonra banttan bilgilendiririz.
Nasıl arzu ediyorsanız bizi haberdar edin.
Hatta bizi haberdar etmenize de gerek yok.
Biz işimizi yapacağız.
Asım peri gereken neyse, arzunuz neyse ona göre hareket etsin” dedi ve gitti.
Mert,
“Sarp'cım geri planda bu ekibin güvenliğini çaktırmadan sağlıyorsun ve herhangi bir durumda hop ışınlıyorsun
buraya...”
Sarp Peri,
“Anladım Mert Bey, bugün ve bundan sonrası için de o iş bende” dedi ve gitti.
Zeynep Hanım,
“Adamımın ayarlarıyla oynadınız ve onu yoldan çıkarttınız.
Adam resmen Uluslararası bir yönetmen oldu.
Bu şimdi ödül mödül de alır, iyice havalara girer.
Daha artık Zeynep'e bakar mı, bakmaz tabii."
Ebru kahkahalarla gülüyordu.
“Yaa, ucu kendine dokununca, nasıl da feryat figan ediyor insan.
Değil mi Zeynep abla?
Biz Mert için bunları söylerken, siz benimle dalga geçiyordunuz.
Al işte başına geldi.”
Zeynep Hanım,
“Ebru artık biz kader arkadaşıyız.
Gel gidelim seninle şöyle arka bahçede biraz dertleşelim, gıybet yapalım...” dedi gülümseyerek.
Ebru Mert’e,
“öyle hiç bakma…
Gülüyoruz mülüyoruz ama gerçekten de kader arkadaşı olduk.
Dertleşmeye gidiyoruz sen başının çaresine bak” dedi.
Mert,
“Ben anlamam…
İşler güçler bitti, yeni bir durum da yok ufukta.
Bahçedeki milletin çoğu da gitti.
Siz de arka bahçeye giderseniz…
Ben de şurada ayaklarımı uzatır, biraz dinlenirim” dedi.
Ebru Mert’e doğru ağzını kapatmak için koşmaya başladı.
Fakat Mert'in yanına gelmesinden önce, Sefer dede içeriye girdi ve
“Çocuklar zannedersem bir durum var” dedi.
Ebru Mert’e,
“bak Safinaz’a söylerim, sana açma kapama düğmesi yaptırırım.
İki dakika susamıyorsun.
Gene başımıza bir iş açtın.”
“Of ya” dedi.
Mert Sefer dedeye,
“Dedecim hoş geldin.
Buyur durum neyse paylaşalım, gereken neyse yapalım, sen Ebru'ya bakma o bana takılıyor” dedi.
Çocuklar namazımı kıldım, tesbih çekerken uyuklamışım.
Bir mübarek gördüm, isminin Aybar olduğunu söyledi.
Kendisi Ahmet Yesevi hazretlerinin talebelerindenmiş.
Bizlere bazı şeyleri söylemek üzere Emir aldığını ve görüşmek istediğini söyledi.”
Mert,
“misafir bizim için Musafir’dir dedeciğim.
Sen daha iyi bilirsin eskiden evlerin duvarında Kur'an asılı olurdu.
Bu Kur'an, ya böyle güzel işlemeli dikişten çıkmış bir koruma kabının içinde olur, sapından asılmış vaziyette duvarda dururdu.
Ya da böyle dantel gibi işlerler, yine aynı benzeri bir kap yaparak onun içerisine koyup saygı ile duvara asarlardı.
Her durumda da onun üstünde “Musaflık” yazardı.
Musaf, hani halk arasında da bir tabir vardır ya “ekmek Musaf çarpsın” diye yemin ederler.
Musaf işte Kur'an oluyor.
Misafir de aslında sonradan kibarlaştırılırmış bir kelime.
Kelimenin Aslı “misafir değil musafir”.
Yani, “kalbinde Kur'an'ı taşıyan kişiye musafir diyorlar” eskiler.
Musafir geldiğinde, hoş geldin derler o nedenle.
Hani vardır ya, “her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil, fırsatı ganimet bil” sözü.
Kapılarına her geleni kalbinde Kur'an taşıyan bir ermiş bir derviş bir Allah dostu olarak düşünür, ona göre hareket ederlerdi.
İbrahim Aleyhisselam, Allah'a rica ediyor…
Bir gün bana yemeğe gelir misin diye.
Gayet saf duygularla ve samimi bir şekilde edilmiş bir teklif.
Teklifi eden o gözükse de ettiren yine Allah...
“Peki, diyor gelirim.
Şu gün sana öğle yemeğine geleceğim” diyor Allah.
O gün Allah yemeğe gelecek ya, İbrahim peygamber bölgenin bütün büyüklerini de yemeğe davet ediyor.
Gün ve vakit geliyor, sofralar kuruluyor, misafirler sofrada yerini alıyor ve kapının çalınıp, Allah'ın ben geldim demesi bekleniyor.
Herkes tam bu beklenti içindeyken kapı çalıyor.
Kapıyı açıyorlar ki, kapıda bir dilenci.
“Karnım aç, bana yiyecek bir şeyler verir misiniz?” diyor
Diyor ama üstü başı pis olmasa da toz, toprak.
İçeriye davet ederek günün seviyesini aşağıya çekmek istemiyorlar ve eline bir ekmek ve katık verip gönderiyorlar.
Katık, eski zamanda yeşil soğan ve tuza verilen ad.
Tuzun da eski dildeki adı “heç”
Günümüzde heç, hiç olarak söyleniyor.
Bir insan hiç bir şeyim yok diyorsa, tuzum dahi kalmadı o derece yoksul ve muhtaç durumdayım demek istiyor.
Tabi günümüzde esmaya sahip olan insan az...
Yani ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu derler ya.
Konuştuğunun ne anlama geldiğinden çoğu insan bi haber.
Neyse kıssamıza dönelim.
Fakire ekmek, katık ve tuz verdilerdi ya...
Daha sonra, yemeğe davet ettikleri ve geleceğini söyleyen Allah'ı, beklemeye devam ediyorlar.
Fakat ne gelen var ne giden…
Gün bitiyor gelen giden yok.
E tabi herkes mahzun bir şekilde dağılıyor.
Sonrasında İbrahim peygamber Allah'a,
“Yarabbi sen sözünü tutarsın…
Geleceğim dedin fakat bekledik gelmedin” diyor.
Allah bunun üzerine,
“Geldim ve aç olduğumu söyledim.
Elime bir ekmek, biraz da katık ve tuz tutuşturup beni gönderdiniz” diyor.
İbrahim peygamber,
“Aman yarabbi o sen miydin” diye hayıflanıyor.
Allah,
“beni nasıl bir surette bekliyordun ya İbrahim” diye soruyor.
“Bilmiyorum fakat şanına yakışır bir gösteriş ile gelirsin, diye düşünmüştüm Rabbim.”
Ya İbrahim, bizi davet ettin, biz de olur dedik.
Ve gerçekten geldik.
Biz kapıyı çalan o kulumuzun kalbindeydik...
O Kulumuz bizim arzu ettiğimiz gibi yaşayan bir kuldu.
Kalbinde Musaf dışında hiçbir şey bulundurmayan tertemiz bir kuldu.
Kur’an ahlâkı ile hareket eden, yanlışı ve doğruyu tartan terazisi olan bir kuldu.
Sana kalbinde Musaf taşıyan bir misafir göndermiştik.
Artık kısmetse, bir dahaki sefere kapını çalan Musafir’e başköşeyi gösterirsin ya İbrahim.
İşte o zaman bizi ağırlamış olursun.” dedi.
…
Mert,
“özür dilerim, haddimi aştım…
Nereden başladım, neden başladım, nerelere geldim ben de şaşkınım, özür dilerim Sefer dedem” dedi.
Dedi ama Sefer dedeye baktığında,
“Sefer dedenin gözlerinden iplik gibi yaşlar süzülüyordu.”
“Mert evladım o kadar güzel, o kadar cana dokunur bir şekilde anlattın ki inan yaşadım olayı.
Allah senden razı olsun.”
“Ya Aybar…
Zannedersem buradasın…
Buradaki insanlar sana dost ve üzerindeki selâmı verebileceğin insanlar bu insanlar…
Lütfen görünür müsün?” dedi.
Bir anda ortalığa nur saçan, ak saçlı ak sakallı ak cübbeli pür-ü nur bir ihtiyar belirdi.
Selâm verdi ve kendini tanıttı.
Orada bulunanlar da selâmını aldı ve kendilerini tanıttı.
Aybar dede,
“Çocuklar biraz önce bahsi geçen kıssayı, sizinle birlikte dinledim.
Ve çok güzel anlattınız ağzınıza sağlık.
Benim Emir alarak size tebliğ etmem gereken şeylerin yüzde doksanı, o anlattığınız hikâye ile tedavülden kalktı.
Size bazı uyarılarda bulunmam emrolunmuştu fakat sizin yapınızı, karakterinizi, hislerinizi o kıssa bana anlattığı için, bunların hiçbirisini yapmaya gerek duymuyorum.
Sadece şunu söyleyeceğim ki, “Allah'ın izniyle bir yola girdiniz.
Her yerde hazır olan ve onun izni olmadan yaprağın dahi kıpırdayamayacağı bir Yaradan’dan bahsediyoruz.
Demem o ki şu an yaptıklarınız, yaşadıklarınız, yaşananlar ve yaşanacak olanlar, hepsi Allah'ın takdiri çerçevesindedir.
Her ne yapıyorsanız ve her ne yapacaksınız, adalet ile doğruluk ile yapmaya devam edin.
Sizinle birlikte hareket eden Allah'ın perileri var yanınızda.
Bunlar size yardımcı.
Bunların dışında, her insana verilen fakat kullanmasına müsaade edilmeyen, ancak size bu müsaade edilen, izin verilen güçleriniz var.
Ayet-el Kürsi duasında ne deniyor…
Onun ilmi tüm mükevvenatı kuşatmıştır deniyor.
O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır,
Her şey onun hükmü altındadır deniyor.
Onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez.
Amenna…