Esma’nın Terazisi 1.Kitap 2.Kısım
Esma’nın Terazisi 1.Kitap 2.Kısım
Annem, babamın yine konuları çekip çevirip, eniştemi gıcık edecek bir noktaya getireceğini ve bundan aldığı keyfin tadını çıkartırken, hadi hadi kalkalım diyerek kaldıracaktı babamı...
Kim bilir eniştem belki de acı çekmekten hoşlanıyordu...
ve zaman zaman bu acının çekilme zamanı depreştiğinde de, gıdalanması gerekiyordu.
Tabi ben, bu rutin ama çok tatlı durum karşısında istem dışı sırıttım.
Ama her ne kadar saf görünse de, sadece kendi istediği için her şeye boyun eğdiğini ve fedakârlığının açılımını
anlatırcasına, “ Orhan hiç sırıtma, sen de geliyorsun.
Halan seni ve Eda’yı da özellikle çağırıyor “ dedi annem.
Bu son sözü sonrasında, dünya kupasında gol atmış futbolcu edasıyla, kimseler üstüne çullanmadan, hazırlanmak üzere içeri kaçtı.
Tek seferde hazırlanmazdı asla...
Şimdi çorabını giyip çıkacak ve herkesi bi ayağa kaldırıp gidecekti.
Sonra eteğini değiştirip gelecek,
kız kardeşim Eda ile epeyce bi birbirlerine söylenerek,
onu istediği şekilde giydirerek,
oraya götürme savaşı verecekti.
Sonra babamla onu giy bunu çıkar olayları neticesinde, hazırlıklarını tamamlayacaklardı.
Bana evde bu konularda pek karışılmazdı.
Kardeşim Eda üniversite son sınıf öğrencisiydi ve kamu yönetimi okuyordu.
Gerçekten de çok güzel ve bakımlı, bir o kadar da akıllı ve de terbiyeli bir kızdı.
Ben ise okuduğum fen fakültesi ile hiçbir alâkası olamayan,
büyük bir şirkette sadece emin olarak kabullenilmenin nezaretinde,
her servise yönetici adına destek veren,
yönetimin aklı dili ve dudağıydım.
Ama asla kulağı olmadım.
Yani eminliğim iki taraflıydı.
Şirketimizin sahibi Uslu Beyin, herkesin iyiliği ve işlerin esenlikle yürümesi adına, şirket içinde gezen ruhuydum adeta.
Semra halamın da, biri benden 4 yaş büyük ve eşini bir trafik kazasında kaybettikten sonra, iki çocuğuyla anne evine dönen kızı Şeyma, Diğeri kardeşim Eda ile yaşıt bir kızı olan Esra ve de ortaokula giden oğulları Zeynel olmak üzere, üç çocukları vardı.
Şeyma abla, sürekli televizyon izler ve içlenirdi hep...
Esra ise benim, tıpa tıp kafa dengim olan, biyoloji son sınıfta okuyan, ayın ondördü denen cinsten bir prenses, bir peri kızıydı.
Semra halamın, aramızı hayırla noktalamaya yönelik, pek çok gayretleri olmuş olsa da, biz Esra ile o noktadan tamamen uzak, kanka denilen cinsten, tamamen süper bir kardeştik.
Zaten, birbirine bu denli tıpatıp benzeyen iki insanın, evlenemeyeceklerini de gayet iyi biliyorduk.
Ufaklık Metin ise futbolla yatıp futbolla kalktığından, bize sadece selam verirdi.
Anne tarafımda Avustralya’da yaşayan Kemal dayım dışında akrabam yoktu.
O da zaten, 3-4 yılda bir bazı haklarını kaybetmemek için memlekete gelir ve hemen de dönerdi.
Biz ise hiç gitmemiştik Avustralya'ya ve zaten davet eden de olmamıştı.
Baba tarafımdan büyükbabam ve babaannem hayattaydı ve memleketimiz Amasya’da münzevi bir hayat sürüyorlardı.
Gitme olayının gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunun farkında olarak, hiç birimiz de, hır gür çıkartmadan hazırlanıp, kapıya çıktık.
“ Ben arabayı ısıtayım, siz üşümeyin iki dakika oyalanıp çıkın “ dedim.
Şubat ayındaydık ve Ankara bu yıl pek soğuk olmasa da, akşam ayazları her daim meşhurdu.
Birkaç dakika sonra bizimkiler de geldi ve hareket etmek üzereyken, ön cama birinin sert ve seri bir şekilde vuruşlarıyla irkildim.
Ön yargısız ve dikkatle bakınca cama vuranın, şirketin müstahdemlerinden Hayri Efendi olduğunu fark ettim.
Refleksle camı açarak, "hayırdır Hayri Efendi" dedim.
- “ Sorma beyim, Uslu Bey, ilaç fabrikasındaki odasında vefat etmiş, sizin telefonunuz kapalıymış ki,
sanırım beni o nedenle buraya yolladılar.
Çok şükür siz hareket etmeden yetişmişim “ dedi.
İlk şoku atatmamı takiben dilim çözüldü ve
“ ne diyorsun daha elli altı yaşında değil miydi O? “ deyivermişim.
Evet, Uslu Bey gerçekten de adı gibi bir insandı.
Hiç çocukları olmamış, kendini işi ve ibadetine adamış, hayırsever ve de eminim pek çok kişi tarafından, hayırla yâd edilecek birisiydi.
İyi beslenememekten dolayı oluşan bir kemik hastalığının ilacını, maliyetininim tamamını vakıf olarak kendisi karşılayan ve sadece ambalaj maliyeti üzerinden, piyasaya süren adam gibi bir adamdı.
Bir televizyon programına çıkmış ve bu davranışı karşısında, ne elde ettiğini soran spikere, çantasından çıkarttığı bir tapu belgesi göstermişti.
Üzerinde adres kısmında cennette filanca numaralı köşk yazıyordu.
Spikerin şaşkın bakışları arasında, o tapuyu yırtıvermiş ve "ahanda o da çıktı gönlümüzden, Allah isteyene versin o köşkü, bize onun Rızası yeter" demişti.
Evet, bu adamın öldüğü haber veriliyordu şu an bana…
- “ Nasıl olmuş peki? “ deyiverdim.
- “ Bilmiyorum polisler inceliyorlar ve sizi istediler. “ dedi.
Arabadaki herkes şoktaydı yeni fark ettim.
Konuşuyordum belki ama belli ki ben de şoktaydım.
Çok nadir gördüğüm dayımın yerine koyduğum ve gerçekten de bir baba yakınlığı gördüğüm bir insanı, bir daha göremeyeceğimin de ötesinde, polisiye ölümünden bahsediliyordu.
Hayri Efendiyi de arabaya alarak, bizimkileri dönüşün kendilerine ait olduğu noktasında uyardıktan sonra, halamlara bırakıp şirkete doğru yola devam ettim.
Fabrikaya vardığımda, ambulans sayısından, tek ölenin Uslu Bey olmadığını hissettim.
Evet, Uslu Bey ile birlikte, sekreteri ve de odacısı da, ambulanslarda ebedi oldukları anlaşılacak şekilde, ceset torbalarında sadece başları görünecek bir durumda yatıyorlardı.
Güvenlik görevlisi de, başı sarılı vaziyette ambulansta oturuyordu.
Arabadan inince, “Orhan Bey bu mu?“ diyen sese döndüm yüzümü.
“Evet“ dedi istenilen emaneti getirip teslim edercesine Hayri Efendi.
- “ İyi akşamlar ben Baş komiser Selahattin “ diyerek, elini uzatan kişiyle tokalaştık.
- “ Üzücü ve pek çok soru işareti olan bir olay var önümüzde “ dedi, Selahattin Baş komiser.
- “ ön sorgulama sırasında avukat Emre Bey’i de çağırttık ve dinledik,
düşmanı yoktu dedi bize.
Uslu Bey’in eşi Asuman Hanım da, evinde iki hizmetçisiyle birlikte ölü bulundu.
Ev alt üst edilmiş, belli ki bir şeyler aranmıştı “ dedi ve ekledi;
“ Avukat Bey olaya anlam veremediğini söyledi ve bize vasiyetiyle henüz sizin bilginiz olmaksızın, her nesi
varsa size bıraktığını belirtti. “ dedi.
- “ Size ne soracağımı da bilmiyorum ama sanırım uzun süre birbirimizi göreceğiz “ dedi.
Kayısı ağacını sallarlar da, gömleğinizin eteğine patır patır düşen kayısıları toplamaya çalışırsınız ya,
bu kadar üst üste yeni bilgiyi toparlamak da, benim için öyle bir şeydi
ve her bir tanenin ayrı önemi olduğundan ne onları yere düşürmeye, ne de kendim düşmeye imkânım vardı.
O gece yapacak pek bir şey yoktu.
Adli tıp içeri girilmesine zaten izin vermiyordu.
Cenazelerin bildirilebileceği bir yakını da yoktu.
Birden başına bir ağrı saplandı.
Bu onun zorlu günler öncesi, evine gidip dinlenmesi gerektiğine dair bir işaretti.
Telefon açıp ailesine durumu özetleyerek eve geçti.
Düşünemiyordu ve tıknaz bir ihtiyar gibi oturup, kalakalmıştı kapıdan girdiği yerde.
Derin bir nefes alarak doğruldu ve düşünmenin bile imkânsız olduğu bir olayı, sabaha bırakmanın en doğru hareket olduğu düşüncesi ile, yatağa girer girmez, hayret edilecek bir şekilde hemen uyuyuverdi.
Sabah daha önce fark etmediği yerlerden gelen, ezan sesleriyle uyandı.
Abdest alıp namazımı kılsam diye düşündü.
Kendine ait zamanlarda, asla ibadetlerini aksatmazdı.
ama sıkıntılı anlarında o Rabbine değil, Rabbi ona yönelir...
O da O’ndan aldığı güçle, sıkıntılarının üstüne giderdi.
Böyle bir gönülden anlaşmaları vardı Rabbisiyle.
Yine öyle yaptı.
Yaradanı ile aralarında anlatılması ve anlatılsa da, dinleyenin algılayamayacağı türden, sıkı bir bağ vardı.
Dini ritüelleri, yaşantısının içine nakşetmişti.
ve de böylece, her zaman sabah el yüz yıkamalarının, şekil itibariyle literatür adı abdest oluveriyordu.
Kendine ait zamanlarında, bu şekilde olmaya gayret gösterirdi.
Bir tür motosiklete binerken giyilen, koruyucu kask gibiydi bu olay onun için.
Kendine ait olmayan zamanlarında değildi, bu koruma kollama olayı sadece...
öyle değilken bile, aynı korumanın devam ettiğini hissederdi.
Bu gün, o zırhın her zamankinden daha sağlam olması gerekiyordu sanki...
ve o da öyle bir ön duygu ile, sağlam yıkadı elini yüzünü.
İş yerine erken gitmenin de uygun olacağını düşünerek, kahvaltı seremonisinden vazgeçti.
Yoldan poğaça falan alırım diye düşündü.
Âdeti üzere, önceden hazır pet şişe suyu ve annesinin de alışıp, kese kâğıdına ufaladığı ekmek kırıntılarını da alarak, dışarı çıktı.
Bahçe kenarında bulunan ağacın, üst yanlarına inşa ettiği kuş suluklarını doldurdu.
Ve yemlik kısmına da, ekmek kırıntılarını koydu.
Şişede artan suyu da, hemen duvar ile iç içe kalmış, asfaltın basıncı ile kökleri dışarı pörtlemiş ağaca döktü.
Tüm bunları bir mecburiyetten değil, sadece sadaka yerine geçtiğini bildiğinden yapıyordu.
Yoksa bu zamanda, keşke sadaka verebilecek gerçek kişiler denk gelse de, versek diye düşünür,
denk geldiğinde de, sözünü yemez gücü nispetinde çaba sarf ederdi.
Ağacın suyunu verirken köklerini bir yetimin başını okşarcasına şefkatle okşadı.
Bizim milletimizin de kökleri ile olan bağı, birtakım duvarlar ve bu asfaltın yapmış olduğu basınca benzer baskılarla zayıflatılmamış mıydı?
Evet, aynen böyle diye düşündü.